Biden döneminde ABD’nin Çin stratejisi değişmeyecek
Yoğun tartışmaların arasında yapılan 3 Kasım ABD Başkanlık Seçimlerinin sonunda ipi göğüsleyen Joe Biden, ABD’nin 46. başkanı oldu. Donald Trump’ın sık sık “Biden kazanırsa Çin kazanır” söyleminin aksine Biden, Çin’e yönelik, içinde müttefiklerin de yer aldığı kapsamlı bir Çin stratejisine dönük hazırlıklar yapıyor. Bir yandan içeride yaşanan ekonomik sorunlar nedeniyle içerisi ve dışarısı arasındaki uyumu nasıl sağlayacağı merak konusu olurken diğer yandan “küresel rekabet” çerçevesinde ABD’nin azalan ve aşınan hegemonyasının nasıl restore edilebileceği önemli bir soru olarak öne çıkıyor. Bu bağlamda Biden yönetiminin dış politikada önceliği büyük oranda Çin ile mücadeleye vereceği görülüyor.
Trump’ın başkanlığı döneminde ABD’nin “Önce Amerika” sloganı çerçevesinde gelişen ve müttefiklerini dışlayıcı yaklaşımı küresel belirsizliği beslerken aynı zamanda ABD’nin dışarıda var olan kredisini de minimum düzeye indirmişti. Ancak seçim sonuçları gösteriyor ki Trump’ın bu politik yaklaşımı içeride önemli oranda prim yapmış durumda. Bu nedenle Biden’ın başkanlığı özellikle içeriyi ikna etme konusunda zorlu bir sürece şahit olacaktır. Biden’ın bir yandan bu zorluklarla mücadele etmesi öte yandan küresel rekabet ölçeğinde Çin’e yanıt vermesi gerekiyor ve elinde opsiyonel açıdan geniş bir araç seti bulunmuyor.
Biden’ın bir yandan bu zorluklarla mücadele etmesi öte yandan küresel rekabet ölçeğinde Çin’e yanıt vermesi gerekiyor ve elinde opsiyonel açıdan geniş bir araç seti bulunmuyor.
Biden kesinlikle Trump’a göre daha liberal bir yaklaşım geliştirerek özellikle transatlantik ilişkileri restore etmeye çalışacaktır. Çin’e yönelik muhtemelen diplomatik yaklaşımın yoğun olduğu bir model kullanılacak ve Obama döneminde “yeniden dengelemeye” yönelik yürütülen üstü kapalı çevreleme stratejisi sertleşerek tahkim edilecektir. Bu tahkimat sırasında Biden’ın en büyük yardımcısı fikrî ve kurumsal kapasite açısından Avrupa olacaktır. Ayrıca bölgesel açıdan Japonya, Hindistan, Güney Kore ve Avustralya da son derece önemli müttefikler olarak ön plana çıkıyor. Dolayısıyla Biden’ın Çin’e yönelik tutumu stratejik bir çerçevenin dışına çıkmayacaktır. Bu noktada zaten ABD’nin yayınladığı ulusal güvenlik strateji belgeleri de benzer bir yaklaşımı takip ediyor.
ABD-Çin rekabeti stratejik düzeyde seyretmeye devam edecek
2017 yılında yayımlanan ABD Ulusal Güvenlik Strateji belgesi [1] ABD’nin Çin’e yönelik yaklaşımının ortaya konulduğu son derece önemli bir rapor. Söz konusu raporda Çin ve Rusya revizyonist güçler olarak tanımlanırken aynı zamanda Amerikan değerlerine zıt bir dünya inşa etmekle itham edilmiş ve Çin’in ABD’yi Hint-Pasifik bölgesinden çıkarmaya çalıştığı iddia edilmişti. ABD’nin Trump döneminde başlayan bu “nobran çevrelemesi” aslında yeni bir hamle değildi. Bunu, kökleri Barack Obama dönemine giden “Asya’ya yöneliş” (Pivot to Asia) stratejisinin güncellenmiş bir hali olarak da tanımlayabiliriz.
Önümüzdeki dönemde de ABD ve Çin sık sık karşı karşıya gelmeye devam edecek. Burada önemli olan soru, ABD’nin bu rekabette yalnız mı yoksa müttefikleriyle beraber mi olacağıdır.
Benzer bir ulusal güvenlik strateji belgesi de daha önce Obama döneminde 2010 yılında yayınlandı. [2] O belgede de Çin hakkında çarpıcı ibareler yer alıyor. Söz konusu raporda “Çin’in askeri modernizasyon programını izleyeceğiz ve buna göre, bölgesel ve küresel olarak ABD çıkarlarının ve müttefiklerinin olumsuz etkilenmemesini sağlamak için hazırlanacağız,” şeklindeki bir cümle dikkat çekiyor. Aslında ABD yönetimi Çin’in askerî açıdan izlediği modernizasyon ve bölgesel askeri faaliyetlerini uzun bir süredir radarına almış durumda. Hatta bu kapsamda ABD donanmasının o dönemde ağırlık merkezini Asya-Pasifik’e doğru kaydırmaya başladığını da söylemek mümkün.
Yine Obama’nın 2011 yılında Avustralya Parlamentosunda yaptığı konuşmayı [3] da hatırlamak gerekiyor. Obama o konuşmasında “Bugünkü savaşları sona erdirirken, ulusal güvenlik ekibimi Asya Pasifik'teki varlığımızı ve misyonumuzu birinci öncelik haline getirmeye yönlendirdim. ABD’nin savunma harcamalarındaki düşüşler Asya Pasifik’in pahasına olmayacak -tekrar ediyorum- olmayacak,” demişti. Biden’ın da söz konusu ekipte yer aldığını hatırlatmaya gerek yok. Obama dönemiyle beraber ABD açısından Çin’in artık kontrol edilmesi gereken bir küresel aktöre dönüşmeye başladığı kabul edilmiş ve buna yönelik kapsamlı adımlar atılmıştı.
Trump’ın başkanlığı döneminde ise bu adımların çok ileri bir safhaya taşındığı görülmekle beraber ABD'nin bu çabalarının Çin’in yükselişini engellemeye dönük etkileri tartışılmaya değer. Trump’ın Trans Pasifik Ortaklığı (TPP) gibi ekonomik ortaklıklardan ayrılması ve müttefiklerine sırtını çeviren izolasyoncu bir yaklaşımı benimsemesi Çin’e çok zarar vermedi. Hatta ABD’nin ittifaklara olan ilgisizliği bir anlamda Çin ve Rusya’ya önemli bir manevra alanı da açtı. Trump, Çin’e yönelik son derece sert bir politik yaklaşım benimsedi ancak bu yaklaşımın “hesaplı” olmadığı ve sadece yoğun bir sertlik üzerinden giden iş bitirici bir hattı takip ettiği görüldü. Küresel salgın sonrasında Çin’in ekonomik açıdan hızlı bir toparlanmaya gitmesi ve ABD’nin ekonomik verilerinde yaşanan bozulmalar da Trump’ın Çin’e karşı mücadelesinde doyurucu bir sonuç alamadığını gösteriyor. Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun yoğun mesaisi sonrası Huawei meselesinde Avrupa’da elde edilen bazı kazanımlar ve Hint-Pasifik stratejisi çerçevesinde özellikle Hindistan ve Japonya ile derinleşen askeri ilişkiler avantaj olarak görünse de küresel rekabet bağlamında total bir üstünlük sağlanamadı.
Biden’ın yöntemleri farklı olabilir ama temel yaklaşım değişmeyecek
Trump döneminde Amerikan demokrasisinin temellerini koruyan demokratik kurallara kararlı bağlılık ciddi oranda yıpranmış durumda. Diğer yandan dünyanın geri kalanında otoriterliğe doğru kayan “alarmist” bir yaklaşım söz konusu. ABD’de dört yıl önce Trump’ın seçilmesi kesinlikle bir tesadüf değil. Korumacılık ve popülizm ülkede güçlü bir eğilim olarak öne çıkmış durumda. Dolayısıyla bu Trumpist aurayı besleyen sosyal çevrenin ortadan kalkmayacağı ve daha da radikal bir dönüşüme uğrayabileceği göz önünde bulundurulmalı. Bu nedenle Biden’ın eli çok rahat değil.
Aslında Biden döneminde de Trumpist pratiklerin devam edeceği söylenebilir. PEW Araştırma Merkezi’nin yaptığı [4] son anketler Amerikalıların yüzde 73’ünün Çin hakkında olumsuz görüşlere sahip olduğunu gösterirken, Biden’ın bu verileri görmezden gelmesi düşünülemez. Peki Biden Çin’e yönelik nasıl bir pratik içerisinde olabilir? Biden, ABD için ulusal güvenlik riski olduğunu kabul ettiği Çin şirketleriyle teknoloji rekabetinden vazgeçmeyecektir. Ayrıca Hint Pasifik Stratejisi de tam gaz devam edecektir. [5] Bölgede zaten belirli oranda inşa edilmiş ittifak yapısının büyük bir demokrasi söylemiyle tahkim edileceği görülüyor.
Biden’ın çok taraflı askeri mekanizmalar kurma konusundaki kararlılığını pratiğe dökeceğini söylemek mümkün. Hatta dünyanın her yanına dağılmış askeri üslerin ortaya koyduğu aşırı maliyet yüzünden bu bir zorunluluk haline gelmiş durumda. Bununla beraber Biden’ın NATO’yu da fonksiyonel bir şekilde kullanacağını öngörmek zor değil. Fikrî anlamda Avrupa ve demokrasi kavramları kurumsal olarak NATO’nun öncülüğünde Çin’in sınırlarına doğru yönelen bir projeksiyon ortaya koyabilir. Zaten NATO’nun son zirvesinde de Çin’e yönelik bir tehdit algısı kapanış bildirgesinde kendisine yer bulmuştu. Biden döneminde ABD-Çin ilişkilerinde kısa vadede gerginlik azalabilir, fakat “ABD neden yeniden lider olmalı?” şeklinde bir söylem tutturan Biden’ın Çin’le düşük profilli bir rekabeti sürdürmesi de çok zor görünüyor. Diğer taraftan, Biden’ın bütün bunları yapabilmesi için evvela içeride yaşanan sorunları halletmesi gerekiyor.
Ekonomik eşitsizlik artık ABD’de kültürel ve politik bir dalgalanma kaynağı haline gelmiş durumda. Küreselleşme ve dijital otomasyon teknolojilerinin kullanımı sonucunda mobilize olan ekonomi ve paylaşılmayan kazançlar hızlı sosyal değişimlere kapı aralıyor. [6] Bu durum ABD seçimlerine de “kutuplaşma” şeklinde yansıdı. 73 milyona yakın oy alan Biden’a karşı Trump’ın da 70 milyon oy alması, Trump’tan çok geçmişte Trump’ı liderliğe getiren koşulların anlaşılmasının gerektiğini ortaya koyuyor. Ayrıca yine 70 milyona yakın seçmenin de sandığa gitmediğini hesaba kattığımızda Biden açısından değerlendirilmesi gereken ilginç bir profilin ortaya çıktığını görüyoruz.
“ABD, yeniden liderlik etmeli” mi?
Biden’ın Nisan ayında Foreign Affairs için yazdığı “Trump sonrasında ABD dış politikasını kurtarmak: Amerika neden yeniden lider olmalı?” [7] başlıklı makalesinde formüle ettiği söylem “müttefiklerin seferber edilmesi yönünde” her ne kadar güçlü bir karakteristiğe sahip olsa da içeride ve dışarıda var olan sorunlara bakıldığında ABD’nin ve Biden’ın işinin zor olduğu görülüyor. Makalede Çin’le ilgili geçen bir bahiste Biden’ın küresel rekabeti kazanmak için ABD’nin yenilikçi yanını keskinleştirerek dünya genelindeki demokrasilerin ekonomik gücünü birleştirmeyi kendisine hedef olarak koyması dikkat çekiyor.
Biden söz konusu makalesinde Çin’in özel bir zorluğu temsil ettiğini, küresel erişimini genişleterek, kendi siyasi modelini teşvik edip geleceğin teknolojilerine yatırım yaparak uzun süreli bir oyun oynadığını belirtiyor. Ancak Biden’ın iklim değişikliği, nükleer silahlar ve küresel sağlık güvenliği gibi konularda açık kapı bıraktığı ve Çin’le bu alanlarda işbirliği yapabileceği görülüyor. Makalenin belki de en dikkat çeken yeri; “ABD, Çin’e yönelik sert bir yaklaşım takip etmelidir” ibaresi. Dolayısıyla Biden, Çin’e yönelik Trump döneminde ortaya konan benzer pratikleri retorik farklılıklar eşliğinde takip edecek gibi görünüyor. Bu noktada Biden’ın Çin’i liberal değerler üzerinden yoğun bir şekilde eleştirmesini beklemek mümkün. Ticaret savaşlarında da Biden yönetiminin tarifeleri bir pazarlık unsuru olarak kullanacağını söyleyebiliriz. Bu nedenle tarifeleri kaldırma yoluna gitmeyecektir.
Biden’ın başkanlığı Çin açısından da problemli görünüyor. Henüz Çin tarafından konuyla ilgili net bir tutum belirlenmemiş olsa da Çin’in özellikle Biden’ın “demokratik ittifak” söyleminden çekindiğini belirtmek mümkün. Çünkü Trump döneminde kendisine önemli bir manevra alanı açmayı başaran Çin, Biden döneminde bu şansını kaybedebilir. Bu nedenle özellikle bölgesel açıdan sorun oluşturabilecek Dörtlü Güvenlik Diyaloğu (QSD) ya da “QUAD” olarak bilinen ittifak gibi girişimlerin derinleşmesini önlemeye yönelik çabalarını yoğun bir diplomasi eşliğinde tahkim edecek gibi görünüyor.
Sonuç olarak önümüzdeki dönemde de ABD ve Çin sık sık karşı karşıya gelmeye devam edecek. Burada önemli olan soru, ABD’nin bu rekabette yalnız mı yoksa müttefikleriyle beraber mi olacağıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.