Trump sonrası ABD, siyasi kutuplaşma ve 3. parti tartışmaları
Joe Biden, 20 Ocak 2021 Çarşamba günü, ABD’nin 46. başkanı olarak yemin etmeye hazırlanıyor. Ancak ülkede, özellikle de başkent Washington’da ortam bugüne kadar hiç olmadığı kadar gergin ve yemin töreni hazırlıklarına sert güvenlik önlemleri eşlik ediyor. Endişelerin odak noktasında sabık Başkan Donald Trump yanlılarının, 6 Ocak 2021’de gerçekleştirdikleri kongre baskınından sonra, yeni saldırılara imza atması ihtimali yatıyor. Ulusal Muhafızlar ve Federaller Washington’da var güçleriyle böyle bir senaryoyu engellemeye çalışıyorlar.
Liberal demokrasilerin kaos çağı
Özellikle 2008 sonrasında Batı tipi liberal demokrasilerde ciddi gerileme işaretleri görülüyor. Pek çoklarına göre dünya son yıllarda bir “kaos” ya da “endişe” çağının içinden geçiyor. Klasik dengeler altüst olmuş durumda ve meşhur Washington Uzlaşısı artık istenilen oranda alıcı bulamıyor. Bunun yerine Batı tipi liberal demokrasilere alternatif olarak özellikle Doğu’da yükselişe geçen otoriter rejimler görüyoruz. Çin bunun en belirgin örneği. Washington Uzlaşısı’na alternatif olarak ortaya çıkan Pekin Uzlaşısı, dünya üzerindeki pek çok bölgeye hızlı bir ekonomik büyüme ve esnek bir yönetim anlayışı vaat ediyor. İlerlemek isteyen ülkeler artık güçlü bir kalkınmaya Batı tipi demokrasinin eşlik etmesi gerekmediğinin farkında. Çin’in “Stratejik Kapitalizmi”, devletin baskın rolünü ve egemen niteliklerini koruyarak da dünya ekonomik devleri arasına girilebileceğini gösteriyor. Ortada bir “normatif değerler” manzumesi yok. Ya da “insan hakları” gibi alıştığımız Batı tarzı demokratik değerlerin korunması veya yaygınlaştırılmasına dair bir çaba söz konusu değil.
Çin kendinden gayet emin, sabırlı, kararlı ve pragmatik bir yaklaşım içinde. Son 10 yıla damga vuran ekonomik başarısı, Batı ülkelerinde, özellikle de dünya liderliğini uzun süredir elinde tutan ABD’de yaşanan siyasi krizin ana tetikleyicisi; fakat elbette tek belirleyicisi değil. Evet, Çin’in yarattığı ekonomik rekabet, sıradan bir Amerikan vatandaşının cebine giren parayı otomatik olarak azaltıyor. Küresel siyaset ve ekonomideki liderlikleriyle, bugüne kadar dünya nimetlerinden fazlasıyla yararlanma şansı bulan Amerikalılar hızla işlerini kaybetmeye ve hayat pahalılığıyla daha çok mücadele etmeye başladı. Ancak bu durumun iç siyasi ve ekonomik yansımaları görünenden çok daha karmaşık.
Yeniden yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı
Her şeyden önce, ortaya çıkan ekonomik gerileme, Amerikan toplumunda kuruluş yıllarından bu yana zaten bir nebze var olan milliyetçilik, yabancı düşmanlığı ve (gizli ya da açık) ırkçılık potansiyelini artırıyor. Bu durum Avrupa’da aşırı sağ partilerin güçlenmesine neden olurken, ABD’nin geleneksel olarak iki partiye (Demokratlar ve Cumhuriyetçiler) dayalı siyasi sisteminde, Cumhuriyetçilerin daha sağa, Demokratların ise daha sola kaymasına neden oluyor. İki ayrı uca savrulan Amerikalılar artık karşı grubu dinlemeyi ya da uzlaşmayı tercih etmiyor. Her grup kendi bakış açısında ısrarcı.
ABD’de aşırı sağ gruplar, bu baskınla adeta artık kendilerini temsil etmediğini düşündükleri Kongre’yi geri almaya çalıştı. Unutmayalım ki, 2017 Ocak ayında görevi Obama’dan devralırken yaptığı konuşmada da Trump, “ABD’yi gerçek sahiplerine geri verme” zamanının geldiğini belirtmişti.
Yeni tip koronavirüsün (Kovid-19) sebep olduğu 400 küsur bin ölüm ve milyarlarca dolarlık ekonomik kayıp olmasa Trump’ın yeniden seçilme ihtimali epey yüksekti. Başkanın salgını hafife alan sorumsuzca açıklamaları ve yetersiz tedbirleri, dünya nüfusunun yüzde 4’üne tekabül eden Amerikalıların küresel Kovid-19 ölüm oranlarının yüzde 20’lik kısmını oluşturmasına ve bu anlamda rekor kırmasına neden oldu; işsizlik yükseldi ve seçim sürecinin gidişatı değişti. Trump’ın ısrarlı bir çabayla hastalığı “Çin virüsü” olarak tanımlayarak rakip ülkeyi bir güvenlik sorunsalına dönüştürme çabası da durumu değiştirmedi. Amerikan kamuoyu Çin’i bir ulusal güvenlik tehdidi kabul etme konusunda tereddüt etti.
Aslında Trump, korumacı politikalarıyla Çin’i dizginlemekte ve ABD’ye ekonomik bir ivme kazandırmakta bir dereceye kadar başarılı olmuştu. Ancak diplomatik teamüllerden uzak, pragmatik lider profiliyle, Amerikan müesses nizamının tahammül sınırlarını zorlaması, ülkenin kendi yandaşlarından arta kalan diğer yarısının tamamen konsolide olmasını sağladı ve ikinci kez seçilmesini engelledi. Diğer bir deyişle Amerikan sistemi, tüm fren mekanizmalarını devreye sokarak, bu sansasyonel ismin ülkenin imajına daha fazla zarar vermesinin önüne geçti. Geriye ise tehlikeli, tatminsiz, hayal kırıklığına uğramış bir yandaş kitle kaldı.
Üçüncü parti tartışmaları
Söz konusu yandaş kitle, 167 yıllık Cumhuriyetçi Parti’nin dengelerini de altüst etmiş durumda. Temsilciler Meclisi’nin Trump’ı ikinci kez azil kararı, Senato’dan çıkacak sonucu beklerken, Cumhuriyetçiler kendi içinde popülizm yanlısı Trumpçılar ve geleneksel yönetim anlayışını koruyan Trump karşıtları olarak ikiye ayrıldı bile. Cumhuriyetçi Parti’nin bir kısmı eski başkanın partiye büyük zarar verdiği kanısında. Ancak bu kanaatte olmayanlar da var ve bu görüş ayrılığı Cumhuriyetçi Parti içinden yeni bir parti çıkabileceği fikrini güçlendiriyor. Bilindiği üzere, geleneksel Amerikan sistemi iki partili bir sistem ve üçüncü partiler zaman zaman denkleme girse de beklenen başarıyı gösteremiyorlar. Halihazırda ABD’de iki büyük geleneksel parti dışında, Liberal Parti, Anayasa Partisi, Yeşil Parti ve Sosyalist Parti gibi, küçük çaplı üçüncü partiler de var, ancak bu partiler seçim sonuçlarını etkileyecek bir kapasiteye sahip değil.
Bunun birinci sebebi Amerikan seçim sisteminin genel karakteristiği. Başkanlık seçimlerinde eyaletlerde en yüksek oyu alan parti, o eyaletin tüm delegelerini kazanmış oluyor. 1800’lerden bu yana başkanlar ya Demokrat Parti ya da Cumhuriyetçi Parti’den seçilebiliyor. Üçüncü bir partiden başkan adayı olabilmek hukuki olduğu kadar, finansal açıdan da bir hayli zor. Bu nedenle seçmenlerin çoğu, üçüncü partilere verilen oyları boşa verilmiş oylar olarak görme eğiliminde. Dolayısıyla da şimdilerde dillendirilen üçüncü parti tartışmaları, daha çok ana akım partilerden birinden koparak ortaya çıkacak yeni bir partiyi ifade etmek için kullanılıyor.
Demokrat Parti’den adaylık yarışında iki dönemdir öne çıkan ancak nihai yarışa kalamayan Bernie Sanders, bu partiyi bölme potansiyeline sahip olabilecek en önemli isim, ki Sanders parti içindeki sol grupların temsilcisi konumunda. Bununla beraber Demokrat Parti’nin bölünme söylentileri şu an için pek gündemde değil, çünkü seçimi Demokratlar kazandı. Dolayısıyla üçüncü parti söylentileri şu sıralar daha çok süreçten yenilgiyle çıkan Cumhuriyetçi Parti’yi ilgilendiriyor. Trump ve sebep olduğu Kongre baskını Cumhuriyetçi Parti’yi bölünmenin eşiğine getirebilecek en önemli unsurlar.
Bu durum nesillerdir Cumhuriyetçi olmuş bazı siyasetçileri bir yol ayrımına getirmiş durumda. Geçen hafta yapılan bazı anketler partililerin Trump konusunda yarı yarıya bölünmüş olduğunu gösteriyor ki bu durum, partinin fiili anlamda ikiye bölünme ihtimalini gündemde tutuyor ve ABD’deki iki partili siyasi hayatı yeniden tartışma konusu haline getiriyor.
Amerikan toplumunda pratikte iki partiye dayalı siyasal yapıyı demokratik beklentiler ve çok-kültürlü/çok-katmanlı toplumsal yapı açısından yetersiz bulanlar olduğu gibi, bunu ülke istikrarı için son derece gerekli bulanlar da var. Cumhuriyetçilerin ve Demokratların uzun yıllar birbirinden çok da uzağa düşmeyen bir siyaset anlayışı içinde olduğu düşünüldüğünde istikrar vurgusunu anlamak kolaylaşıyor. Ancak hızla değişen iç ve dış şartlar dikkate alındığında, siyasi arenanın iki ucuna savrularak aralarındaki makası giderek açan Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasından yeni partilerin doğması ihtimali eskisi kadar uzak değil. Şu an hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat Parti içinde son derece aktif radikal isimler var. Demokrat Parti içinde, özellikle Temsilciler Meclisi’nde, sayıları hızla artan (Siyahi ve Hispanik) azınlık temsilcileri dikkat çekiyor. ABD’deki azınlıkların yakın bir gelecekte çoğunluğu temsil edecek olmaları (tahminlere göre 2040 itibariyle Hispaniklerin ve siyahilerin nüfusu, Avrupa kökenli beyaz ABD’lilerin sayısını aşacak) Cumhuriyetçi Parti’ye oy veren sağ grupları çoktan harekete geçirmiş durumda. Amerikalı siyaset bilimci Samuel P. Huntington’ın daha 2000’li yılların başında “Biz Kimiz?” sorusunu masaya yatırması ve ABD’nin kurucusu Beyaz, Anglo-Sakson ve Protestan kimliğin önündeki “tehlikeye” dikkat çekmesi boşuna değildi.
ABD’liler kim olduklarına yeniden karar verecekleri günlerin eşiğinde. Çin’in yükselişi başta olmak üzere, dış dünyada yaşanan tektonik değişimler, bu kararı daha hızlı vermelerini şart koşuyor. Bu çalkantılı süreç içinde, liberal demokrasi ve normatif değerlere olan bağlılıklarını zor da olsa sürdürebilecekler mi, yoksa Trump’ın güçlü lider vurgulu, hipergerçekçi sağ popülist politikaları, onunla ya da onsuz, taraftar toplamaya devam mı edecek, bunu en iyi zaman gösterecek. 2020 Başkanlık Seçimleri ise ABD’de olduğu kadar dünyanın gözünde de komplo teorileri, kutuplaşma tartışmaları ve kaos görüntüleriyle anılmaya devam edecek.
[Doç. Dr. Helin Sarı Ertem İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.