Gülüş Türkmen: “Zihnimin susması için yazmam gerekti”
Belçika’nın Brüksel şehrinde büyüyen, reklamcılık eğitiminin ardından yaşamını Türkiye’de sürdürmeyi seçen Gülüş Gülcügil-Türkmen STK’larda, özel şirketlerde ve belediyelerde yayın yönetmeni, grafik tasarımcı ve çevirmen olarak çalıştı. Düşünce, davranış ve kültür farkları hayatı boyunca ana ilgi alanı oldu. Çocuk yetiştirirken iyiden iyiye önem kazanan bu farkları incelemek üzere bir portal kuran Türkmen, Utrecht Üniversitesinin “Sinapstan Topluma Çocuk Gelişimi” programını bitirdi, Adele Faber ve Elaine Mazlish’in çocuklarla iletişim atölyelerini Türkçe’ye kazandırdı. Araştırmalarını Türk ve yabancı uzmanların desteği ile kitaplaştıran Türkmen’in çalışmalarına Ankara, Hacettepe, Yeditepe ve Başkent Üniversiteleri de destek verdi. Halen eğitim merkezlerinde, panel ve sempozyumlarda araştırmalarını paylaşmaya, farklı mecralarda yazılar yazmaya devam ediyor.
RÖPORTAJ: HANDE İPEKGİL
Sevgili Gülüş, kitaplarla hep iç içe olduğunu biliyorum. Yazarlık size çok yakışıyor bunu da söylemeliyim. Peki sen araştırmacı yazarlık işine nasıl ve neden başladın?
-Çok naziksin, teşekkür ederim! Bana “Sen bir gün yazar olacaksın” deselerdi inanmazdım! Çünkü senin dediğin kadar kitaplarla iç içe olmak için yıllarca beklemem gerekti. Bende beyin hiperaktivitesi varmış; Bir kitaptan bir satır bile okuduğumda zihnimde o kadar çok soru beliriyor ki dikkatim dağılıyor, kitabı okuyamıyorum. Birden kafanın içinde konuşmaya başlayan bir sürü ses olduğunu düşün, işte bendeki böyle bir şey. Yazı yazmaya, o sesleri susturma ihtiyacı ile başladım. Zihnimin susması için yazmam gerekti.
BBN Türk ekranında sizinle felsefe başlıklı bir program yaptık, çok da keyifliydi. İzlememiş olan okurlarımız için sormak istiyorum, felsefe ile nasıl bir ilişkin var?
-Felsefe sevmediğimi zannediyordum çünkü yıllar boyunca bana anlatılan felsefecilerin fikirlerini garipseyip, bir noktada ilgilenmeyi bırakırdım. Halbuki felsefe bilgisi ile felsefe pratiği farklı şeyler. Belçika’da aldığım eğitim sisteminin tümü felsefi yaklaşım üzerine kurulu. Sokratik sorgulama temelli, yani. “Okuduğunuz kitabı beğendiniz mi? Neden beğenmediniz? Sizce neden bu iyi bir kitap değil? İyi bir kitap olması için neyin farklı olması gerekirdi? Sizce gerçekten öyle mi?” Okulda her şeyi tartışırdık biz. Türkiye’de ise tartışmaya girmeden “doğrusu budur” diye bir bilgi öğretiliyor. Bu da tabii merakı öldürüyor. Merak, yaşam enerjisinin ta kendisidir ve öğrenmeyi sağlayan temel unsurdur. Sorunun cevabı şu: Felsefe ile beni hayata bağladığı için ilgileniyorum.
Türkiye’den çıkmış ve uluslararası literatüre girmiş bir ebeveynlik felsefemiz var. Sürdürülebilir İyi Ebeveynlik felsefesi nasıl doğdu?
-Her şey, annelerin okuduğu kitaplarda ağır bir “kutsal annelik” imgesi olduğunu fark etmemle başladı. Ben de herkes gibi annenin çok değerli bir varlık olduğunu savunuyorum ama kutsal olduğunu değil! Anneye kutsallık atfetmek onu anneliğe hapseden ve hasta eden bir yaklaşım. Bunu anlatmam çok zor oldu ama Sürdürülebilir İyi Ebeveynlik yaklaşımı ile anne-baba dengesinin önemini anlatmayı başardığımızı umuyorum.
Peki, felsefi bir sohbet ile normal bir sohbet arasında ne fark var?
-Normal bir sohbette fikrini söylersin ama tartışmaya açık değilsindir. “Bu renk sana yakışmamış” dersin, nokta. Felsefi bir sohbette başlangıç noktan meraktır, “Acaba bu renk sana yakışmamış mı? Neden böyle düşünüyorum? Sen ne düşünüyorsun? Yakışmak nedir, sahi?”
Okulda verilen eğitim felsefi (yani derin) düşünmeyi nasıl destekleyebilir?
-Türkiye gibi felsefeyi temel almayan bir kültüre felsefi bakış açısını yerleştirmek bir günlük bir iş olamaz. Ama imkânsız da değil. Mustafa Kemal Atatürk’ün neleri başardığına bakarsak, elbet bunu da başarmak mümkün! İşe, tekniği doğru uygulayarak başlamalı. Bunun için pek çok yaklaşım var, P4C bunlardan birisi ve ülkemizde oldukça yaygın olmaya başladı. Her öğretmenin felsefi bakışı her dersin içine sokması, buna zaman ayırması, soru sormanın bir zaman kaybı olmadığını, tersine eğitimin ta kendisi olduğunu hatırlaması gerekir.
Tanrı Ebeveyn kitabında kadının ve annenin tarihsel konumuna değiniyorsun, kadın Simone de Beauvoir’ın dediği gibi ikinci cins midir?
-Gönlümden geçen cevap bu değil ama bugüne kadar yaşananlar üzerinden “evet” demek zorundayım. Zaten ya kadın ya da erkek ikinci cins olmak zorunda, malum bugüne dek her şey iki cins bilinci üzerinden ilerlemiş.
Einstein; “zeki olmanın ölçütü bilgi değil, hayal gücüdür,” diyerek yaratıcılık ile zekâyı bağdaştırıyordu. Antik Yunan filozofu Sokrates ise konuya daha felsefi yaklaşmıştı; “Zeki olduğumu biliyorum, çünkü hiçbir şey bilmediğimi biliyorum.’’ Ben de sana sormak isterim, derin düşünmek için zeki olmak gerekir mi? Zekâ mutlaka başarıyı getirir mi?
-Üstün potansiyel üzerine ikisi yayınlanmış, ikisi yayınlanacak dört kitabım var. Buradan edindiğim bilgilere ve kişisel deneyimime dayanarak, Einstein’ın da, Sokrates’in de, senin de haklı olduğunu söyleyebilirim. Tabii bunlar kısmi olumlamalar. Yani zekanın bir ölçütü hayal gücü olabilir ama tek ölçütü hayal gücü olamaz, öyle olsaydı şizofrenler, çocuklar en zeki kişiler ilan edilirdi. Aynı şekilde derin düşünmek zekâ gerektirir ama derinlikten ne anladığımıza da bakmalıyız. Son olarak, zekâ ne yazık ki mutlak başarı getirmez. Başarıdan çokça anladığımız para kazanmak olduğuna göre, zekadan daha çok ticari zihniyet ekonomik başarıyı getirir.
Türkiye’de zeki kadınlar ne durumdalar? Bir kadın zeki olduğunu nasıl anlayabilir?
-Zekâ, çoğu kadının başına bela oluyor aslında. Bir kadının çevresince kabul görmemesine, geriye itilmesine, susturulmasına sebep olabiliyor. Çoğu kadın potansiyelinden daha çocukken vazgeçiyor, buna potansiyel terki diyoruz. Yine pek çok kadın, büyürken IQ kaybına uğruyor. Bunları anlatmam çok uzun zaman alır, merak edenler kitaplarımı okuyabilir.
Feminen ve maskülen kavramları nasıl kavramlardır?
-İnsanın düşünce üretebilmesi için karşıtlıkları görmeye ihtiyacı vardır. Siyah-beyaz, iyi-kötü, gerekli-gereksiz gibi… Feminen ve maskülen, anlamlandırma sürecinde bu ihtiyacımızı karşılıyor. Ama bazı dillerde eşyaların bile feminen ve maskülen olarak işaretlenmesi çok daha ilginç. Cinsiyetçi bakış açısı bütün bir tarihin hikayesi. Bugün bunu yok etmeye çalışan bir küçük düşünce akımı var, bu da bana aşırı bir tepki gibi geliyor. Cinsiyet gerçeğini yok edemeyiz ama cinsiyetleri nasıl anlamlandıracağımızı biz belirleyebiliriz…
Neden daha az kadın felsefeci, sanatçı, bilim insanı var? Bu neyle açıklanabilir?
-Kadınların tarih boyunca ikinci cinsiyet muamelesi görmeleri, üstün işler yapan kadınların kendi kendilerini yok saymalarına, bunu yapmayanların erken yaşta eğitim ya da kariyer sisteminden dışlanmalarına, bu da olmazsa tarih sayfalarından sistematik olarak silinmelerine neden olmuş, hala da olmakta. Prof. Dr. Uğur Şahin ve eşi Dr. Özlem Türeci’nin “Uğur Bey ve eşi” olarak anılmaları bu gayretin en güncel, en aktif örneklerinden biri. “Uğur bey ve eşi” kendi içinde kötü niyetli bir ifade değil, ama kültüre işlemiş bir kadını görmeme eğilimi.
Türkiye’de takip ettiğin kadın düşünürler var mı?
-Özellikle Türk oldukları için değil ama kadın oldukları için düzenli olarak ilgilendiğim isimler var. Kimi sosyolog, kimi antropolog, kimi psikolog. Birçoğunun ismi bilinmiyor. Örneğin Berin Orhan tanıdık bir sima olmayabilir, kadını görmeme eğiliminin her kurbanı gibi, ama kendini çok hızlı eğiten, geliştiren, çok parlak bir zihin. Her sohbetimiz beni besliyor.
Çocuk Kalbi, İtalyan yazar ve eğitimci Edmondo de Amicis’in başyapıtı ve dünya dillerine çevrilmiş ve her dilde yüzlerce kez basımı yapılmış bu hikâye. Senin için özel bir de anısı var. Bizimle de paylaşır mısınız?
*Ergenliğimde okumam gerektiği söylendiği için okumuştum. Bir türlü sevemediğim, çocuklara ahlaki dayatmalar yapan bir kitap olarak görmüştüm Çocuk Kalbi’ni. Çocukların olumsuz, kötücül duygularını ifade etmelerine izin vermek gerektiğini düşünüyorum. Türkçe öğretmeni olsaydım bu kitabın eleştirilmesini teşvik eden bir felsefi soruşturma yapardım.
“Ben sanatçı doğmuştum. Resim yapıyor, şarkı söylüyor ve kitap yazıyordum, küçükken” diyorsun. Geçen yıllar sana en çok ne kazandırdı?
-Okul hayatım çok zorlayıcı geçti, bir öğrencinin yarım saatte bitirdiği ödevi ben bazen üç-dört saatte bitirebiliyordum. Belçika’daki en zor liselerden birinde okudum ve okulu bitirebilmek için müzikten resme her tür yeteneğim için ayırdığım zamandan vazgeçtim. Bu işlere geri dönmek için önce başka bir yeteneğimi geri kazanmam gerekti: Özgüvenimi.
Peki şarkı söylemek mi, kitap yazmak mı? Hangisinde duygularını, düşünceleri daha iyi ifade ediyorsun?
-Sanırım yazıda daha iyi ifade ediyorum. Çünkü müzik yapmak için dışarıdan desteğe ihtiyacım var, yazı yazarken yok.
Gelelim yeni kitabın “İki Arada Öyküler”e. Anlatır mısın kitapta neler var, okuyucuları neler bekliyor?
-Altı yıla yayılmış altı kısa öykü bekliyor okurumu. Kimi endişelendirerek, kimi güldürerek, kimi şok ederek, kimi ise duygulandırarak düşündürecek diye umuyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.