İsrail’in Algoritmik İşgali
Tankla değil, kodla geliyorlar. İsrail’in yapay zekâ hamlesi artık sadece Orta Doğu’yu değil, tüm dünyayı algoritmalarla kuşatıyor.
Gelişen yapay zekâ teknolojileri, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir dönüşümü beraberinde getiriyor. Ancak bu dönüşümün rotasını belirleyenler, teknolojiyi geliştirenlerden çok onu yöneten ve sermayeye hükmeden odaklar oluyor. Dünyanın dört bir yanındaki devletler, dijitalleşmenin cazibesine kapılarak bu yapay zekâ sistemlerine entegrasyon yarışına girerken, aslında güç dengelerini daha da merkezileştiren bir yapının içine sürükleniyorlar.
Bu yeni çağda liderlik, teknolojiyi geliştirme kabiliyetiyle değil, onu kimlerin yönettiğiyle şekilleniyor. Bugün çoğu ülke lideri, yerli yapay zekâ politikalarını benimserken dahi bu sistemlerin veri akışlarına, altyapılarına ve algoritmik yönlendirmelerine dair tam kontrole sahip değil. Karar vericilerin büyük kısmı, küresel sermayenin çizdiği çerçevede hareket etmek zorunda kalıyor; çünkü artık sadece ülkeler değil, veri trafiğiyle şekillenen dijital alanlar da birer egemenlik sahası hâline geldi.
Bu bağlamda, İsrail'in Orta Doğu’daki politikaları özel bir dikkat gerektiriyor. Bölgedeki teknolojik üstünlüğünü bir güvenlik doktrini olarak kullanan İsrail, yapay zekâyı yalnızca sivil değil, askeri ve istihbari operasyonlarında da etkili biçimde kullanıyor. Gazze'de sivil hedeflerin dahi algoritmalarla tespit edilip vurulması, yapay zekânın savaş makinesine entegre edilmesinin vahim bir örneği olarak hafızalara kazınmıştır. Bu durum, teknolojinin etik dışı ve düşmanca kullanımının ne kadar kolay bir şekilde “rutin” hâle getirilebileceğini gösteriyor.
Ayrıca İsrail, gelişmekte olan bölge ülkelerine yönelik yazılım ve gözetim sistemleri ihracatıyla, sadece kendi güvenliğini değil, bölgesel kontrolünü de pekiştiriyor. Pegasus gibi casus yazılımlarla birçok hükümetin, muhalifin ve gazetecinin hedef alındığı, kişisel verilerin ve mahremiyetin hiçe sayıldığı örnekler, yapay zekâ destekli gözetim ağlarının nasıl birer baskı aracı olarak kullanılabileceğini gözler önüne seriyor. Bu tür uygulamalar, yalnızca Orta Doğu’ya değil, küresel kamu düzenine yönelik de bir tehdittir.
Bu durumu daha da endişe verici hâle getiren, İsrail’in yalnızca teknoloji üreticisi değil, aynı zamanda jeopolitik bir yazılım ihracatçısı hâline gelmiş olmasıdır. “Eğitim”, “siber güvenlik danışmanlığı” ya da “ortak teknoloji geliştirme” başlıkları altında, birçok Orta Doğu ve Afrika ülkesine giren İsrail merkezli şirketler, yerel veri altyapılarına erişim kazanmakta, bu altyapılar üzerinden istihbari avantajlar elde etmekte ve dijital bağımlılık ilişkileri kurmaktadır. Bu süreç çoğu zaman hükümetlerin bilgisi dâhilinde ama kontrolü dışında gelişmektedir.
Bir başka kritik örnek, Mossad'ın siber operasyon gücüdür. İsrail istihbaratı, özellikle İran, Lübnan, Suriye ve hatta Türkiye gibi bölge ülkelerinde dijital saldırı, sızma ve dezenformasyon tekniklerini sistematik olarak uygulamaktadır. 2010’daki Stuxnet virüsü, bu güç gösterisinin ilk ve en çarpıcı örneklerinden biridir. İran’ın nükleer altyapısına zarar vermek için tasarlanan bu saldırı, yapay zekâ destekli siber savaşın sahada nelere yol açabileceğini bütün dünyaya göstermiştir. Bugün bu operasyonlar çok daha gelişmiş, sessiz ve etkili hâle gelmiştir.
Sadece devlet düzeyinde değil, akademi ve medya alanında da nüfuz stratejileri devrededir. İsrail merkezli vakıflar, bölge üniversiteleriyle çeşitli akademik iş birlikleri kurarak “dijital diplomasi” ağlarını genişletmektedir. Bu iş birliklerinin pek çoğu, yapay zekâ veri kümeleri, yüz tanıma sistemleri, davranışsal analiz algoritmaları gibi stratejik alanları kapsamaktadır. Bu da hem teknik bağımlılığı artırmakta hem de bölge gençliğinin zihin dünyasına dolaylı bir ideolojik etki üretmektedir.
Yapay zekânın yönetişim sorunları sadece etik ya da teknik meseleler değildir. Bu aynı zamanda siyasi bir meseledir. Karar alma mekanizmalarının kimde olduğu, şeffaflığın ne derece sağlandığı ve algoritmalara gömülü çıkar ilişkilerinin nasıl denetlendiği, geleceğimizi belirleyecek temel unsurlardır. Eğer yapay zekâ çağında özgürlükten, eşitlikten ve insan haklarından bahsetmek istiyorsak, önce bu teknolojilerin demokratikleşmesini sağlamamız gerekir.
Bu noktada yalnızca hükümetlerin değil, toplumsal muhalefetin ve entelektüel kesimlerin de etkin şekilde sürece dâhil olması gerekmektedir. Teknolojiye yön veren yapılar şeffaflaşmadan, halkın verileri üzerindeki egemenliği yeniden tanımlanmadan ve algoritmik karar süreçleri denetlenmeden, dijital otoriteryanizmin yükselişi kaçınılmaz olacaktır.
Bu makale, bu gidişatı durdurmak için atılması gereken adımların ilkidir. Gözümüzü kamaştıran bu teknolojik ilerlemelerin ardında, insanlığın kontrolünü kaybetmekte olduğu bir iktidar oyunu oynanıyor olabilir. Şimdi bu oyunu doğru okumak, stratejimizi buna göre inşa etmek ve yeni bir dijital toplum sözleşmesi hazırlamak zorundayız.
Kalın Sağlıcakla
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.