NEYDEN KALBE: TASAVVUF MÜZİĞİ VE MEVLEVİ MİRASI…
Konya’nın huzur dolu bir şehir olduğunu hemen hemen herkes bilir. Bu huzurun kaynağı ise; toprağın altından, tarihin kalıntılarından yükselmektedir. Ruhun derinliklerine işlemiş güzel gelenekler yüzyıllardır bu coğrafyada yankılanmakta, Tasavvuf müziği, Mevlevi geleneği ve sema geleneği adı altında sürdürülmektedir.
13. Yüzyıl, Anadolu’nun her anlamda kültürel etkileşim ve değişim gösterdiği bir dönemdir. Bilgiye ve alime değer verilen bu dönemde, pek çok göç yaşanmış, günümüzde hemen hemen tarih sayfalarında adını okuduğumuz çokça alim ve düşünür, gittikleri coğrafyalara bilgileriyle yön vermişler, Konya’da bu şanslı şehirlerden birisi olmuştur.
Mevlana Celaleddin Rumi. Belh’ten göç edip Konya’ya yerleşen bu büyük mutasavvıf, zahiri ilimlerin ötesinde, İslami düşünürlüğün öncüsü olmuştur. Ama onu farklı kılan şeylerden biri de müziğe verdiği derin değer olmuştur.
Tasavvuf geleneğinde müzik, ilk başta bazı çevrelerde şüpheyle karşılanmış ancak Mevlana gibi sufiler için müzik, Allah’a ulaşmanın yollarından bir yolu olarak kabul edilmişti. Özellikle Şems-i Tebrizi ile karşılaştıktan sonra Mevlânâ’nın dünyası değişmişti. Artık her ses bir zikre, her hareket bir duaya dönüşmüştü. Sema, bu dönüşümün dışa yansıyan haliydi. Dervişin başı eğik, kalbi açık, ayağı dönüyor ama gönlü durmadan Allah’a yöneliyordu. Ney sesi ise bu dönüşün rehberiydi.
Ney Mevlevi geleneğinde özel bir enstrümandı;
Kamıştan evrimi gerçekleşen ney, Mevlevi geleneğinde insanı simgelemekteydi. İçi boşaltılıp, şekillendirilen ney, arınmış ve ilahi bir nefesle hayat bulmayı ifade etmekteydi. Ayrıca ney, kudum, rebab ve tambur gibi enstrümanlar sadece bir müzik aleti değil, susarak terbiye edilen bedenin, ağızla değil kalple konuşması, kulakla değil ruh ile duyulması için birer araç olarak görülmekteydi.
Gösterişten uzak bir müzik türü olan tasavvuf müziği her notasında, her ritminde edep ve aşkı simgeler, Usta çırak ilişkisine kıymet verilirdi. Mevlevi tekkelerinde ustalar öğrencilerine, sabırlı olmayı susmayı ve kalpleri ile konuşmalarını öğretirlerdi.
Belki de günümüz müzik eğitiminin eksiklerinden biri de budur. Teorik bilgilerin önemi yadsınamaz fakat hissetmek içinde ki seni bulmak…
Çok ayrı bir eğitim öyle değil mi?
Tasavvuf müziği ve bu gelenekler günümüz konser salonlarında devam ettirilmektedir. Bu mirasın sürdürülmesi, tasavvuf müziğinin özünü hissedebilmek, neyzenleri sahnede izleyebilmek gerçekten çok güzel.
Bizler de dinlerken belki bir durup içimize dönüp, kalbimizi dinleme fırsatı yakalayabiliriz.
Tasavvuf müziği tarih değildir aslında; yaşayan bir gelenektir. Mevlana'nın mirası, hala her ney sesinde, her sema dönüşünde bizimle konuşur. Yeter ki susalım, duyalım ve anlayalım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.