Uğur Utkan

Uğur Utkan

HORASAN’A VALİLİK YAPAN EMEVÎ SERDARI KUTEYBE BİN MÜSLİM EL-BAHİLİ

HORASAN’A VALİLİK YAPAN EMEVÎ SERDARI KUTEYBE BİN MÜSLİM EL-BAHİLİ

Emevîler döneminin önemli valilerinden ve komutanlarından biri olan Ḳuteybe b. Müslim el-Bâhilî, Ḫorasân valiliği boyunca Ṭoḫâristân ve Mâverâünnehir topraklarındaki Emevî hâkimiyetini sağlamlaştırmış, Kaşgar’ı da alarak devletin sınırlarını Çin’e kadar genişletmiştir. Fethettiği topraklarda yürüttüğü İslâmlaştırma faaliyetleri ise büyük önem arz eder.

Esasen Hz. Muhammed zamanında Araplar tarafından ticari faaliyetler vesilesiyle bilinen Türklerle arada karşılıklı ilişkiler bulunuyordu.

Muhammed Hamidullah’ın İslam Peygamberi adlı eserine göre, Basra ve Bahreyn’de Arap tacirlerinin sık sık uğradıkları Muakkar ve Debâ ticaret panayırlarına İran, Hindistan ve Asya’dan insanlar katılırdı. Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin Basra ve Bahreyn’e ticarî seyahatte bulunduğunu bildirdiğini dikkate alırsak, daha o dönemde Türkler hakkında fikir sahibi olması normaldir.

Mekkeli müşriklerle yapılan gazveler esnasında rivayete göre Peygamberimizin Kubbetüt Türkiyye adındaki çadırını kullandığı söylenir.

9. yüzyılda yaşayan Müslim bin Haccac’ın Sıyam eserinden şu ifadeyi paylaşmak istiyorum: “Hz. Peygamber Ramazan ayının ilk on gününde itikâfa girerdi. Daha sonra girişinde hasır gerilmiş Türk çadırında Ramazanın ikinci on gününde itikâfa girdi. Hasırı eliyle kaldırdı kapıya doğru yürüdü ve başını çıkararak insanlarla konuştu.”

Öte yandan, Müslim’in Muhtasar adlı eserinde yer alan başka bir rivayete göre de, Hz. Muhammed, İstanbul’un fethedileceğini müjdelediği konuşmasını Kubbetu’t Türkiyye’nin gölgesinde dinlenirken yapmış olmalıdır.

Hudeybiye anlaşmasının bu çadırda imzalandığı, Mekke’nin fethinde Merru’z Zahran mevkiinde Kubbetu’t Türkiyye’nin kurulduğu ve görüşmelerin bu çadırda yapıldığı, hatta Ebu Süfyan’ın bu çadırda görüşmeye geldiği pek çok kaynakta belirtilmektedir.

Vâkıdî’nin Meğâzî eserinde ise, 627 yılında yapılan Hendek savaşında Hz. Muhammed’in Kubbetu’t Türkiyye kullandığı belirtilir.

Yine Taberî, müslümanların Hendek savaşına hazırlandıkları sırada, Hendek kazılırken büyük beyaz bir kayanın ortaya çıktığını ve sahabenin onu parçalamayı başaramaması üzerine Selman el-Fârisî’nin bu esnada Hendek kazılmasını denetlemek için kurdurulan Türk çadırında bulunan Hz. Peygamberin yanına giderek durumu haber verdiğini bildirmektedir. (Taberî, Târîh, II/92)

Tüm bu ifadelerden anlıyoruz ki, İslâm Peygamberi için Türkler yabancı, bilinmeyen bir topluluk değildir.

Hatta Hatîb el-Bağdadî, Süyûtî, Müttakî el-Hindî ve Gümüşhanevî’nin hadis olarak naklettikleri bir rivayete göre de, “Muhammed bin Müslim, Rasulullah (s.a.v.)’in şöyle dediğini nakletmiştir: Hıfz/muhafaza etme/koruma on kısıma ayrılmıştır. Bunun dokuzu Türklerde, biri diğer insanlardadır.” (Taberî, Târîh, II/487)

Ezcümle Türklerin Araplarla ve İslam'la karşılaşması Hz. Muhammed hayattayken mümkün olmuştur.

Dolayısıyla her ne kadar devlet başkanı seviyesinde ilk Müslüman Türk Satuk Buğra, ilk Müslüman Türk devleti de Karahanlılar olsa da ilk Müslüman şahısları ele alırsak Osman bin Talha ve İslam'ın ilk şehidi Hz. Sümeyye ilk Müslüman Türklerdir. Mekke’de yaşayan Yasir ailesinin bir ferdi olan Sümeyye anamız aslen Türk’tür. Kendi kavmi arasındaki adı Pamuk idi. Mekke’ye bir cariye olarak gelmiştir. İslam dini doğunca da iman etmiştir. Mekke’nin azgın müşriklerinden Ebu Cehil tarafından Şehid edilmiştir. Hz. Sümeyye, Tarihe İslam’ın ilk şehidi olarak geçme şerefine nail olmuştur.

Esasen ilk Müslüman Türk sülalesi de “Süreyciler”dir. Bu bulgu, esasında yüzlerce yıldır gözlerimizin içerisine bakıyor ve bu koca gerçeği haykırıyordu. Türk-İslam tarihinin satır başı olacak, Türklerin İslam dinine ne denli büyük ve önemli hizmetleri olduğunu kavramamızı sağlayacak bu tarihi tespit, ilk Müslüman Türk boyu olan Süreycileri karşımıza çıkartıyor.

Oğuzların Bozok kolundan olan Kayı Boyu’nun bir kolu, 500’lü yıllarda Ak Hun İmparatorluğu döneminde yaşayarak Ak Hunların yıkılmasından sonra ticaret yolları üzerinden göç edip Mekke’ye ulaşmış, burada yerleşerek Süreyc kabilesini kurmuş ve kadim Türk Mesleği olan demircilik yaparak ürettiği kılıçlarla Mekke’de ün salmıştır. Kendi imalatları olan Süreyciyyat ismi verilen kılıçları Arap Beyleri arasında imtiyaz simgesi haline gelmiş ve şöhret bulmuştu.

Süreyc kabilesi pek çok Arap tarihi kaynaklarında geçmektedir. Zira Süreyciler, kadim Türk mesleği olan demircilikte fevkalade maharetliydiler. Bu maharetleri ile Arap kaynaklarında hayranlıkla bahsedilen “Türk Kılıcı” Süreycilerin ürettiği kılıçlardır. Süreyciler bu maharetli kılıçları ile kendisinden sıkça söz ettirmiş, pek çok İslam halifesi Süreyci kılıçlarını kuşanmışlardır. Arap Tarihçileri, Süreycilerden bahsederken “Ubeydullah Türkü” demektedirler. Ubeydullah, Süreyci kabilesinin önde gelen isimlerinden birisi idi ve ünlü bir kılıç ustasıydı. Tabakat bilginlerinden olan Arap Tarihçisi Ebû’l Ferec el İsfahani, kaleme aldığı Kitabül Egani adlı eserinde Süreycilerden bahsederek ; “Ubeydullah’ın Atası Türk’tür” der. Daha pek çok tarihi anekdotta da Süreycilerin Türk olduğu zikredilmekte, Arap Tarihçileri tarafından tereddüde mahal bırakmayacak şekilde Süreycilerin Türk oldukları teyit edilmektedir. Arap tarihi kaynaklarının yanı sıra Türk Tarihi’nin 4. ve 5. Yüzyıldaki demografik yapısıyla bunu teyit etmek mümkündür. Bunun yanında Süreyc kabilesinin, Osmanlı Devletinin kurucu unsuru olan Kayı Boyu’dan olduğu gerçeği de yeni ortaya çıkmış durumdadır. Aslında bu gerçek yüzyıllardır gözümüzün önünde durmaktadır. Bu önemli bulgu, araştırmacı yazar Oktay KELEŞ tarafından tespit edilmiş, kendisi yaptığı çalışmalar ile bu gerçeği gün yüzüne çıkartmıştır.

Bu kabile, 500’lü yıllarda Mekke’de kalabalık bir sülale haline gelince kazandığı saygınlık ve itibar ile Kâbe Kayyımlığını, yani Kâbe’nin koruyuculuğunu üstlenmiş ve Kâbe’nin anahtarlarını teslim alarak bu vazifeyi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dönemine kadar devam ettirip Peygamber Efendimize (s.a.v.) Kâbe’nin kapısı açmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), saadet asrında Mekke’nin hâkimi olunca Kâbe’nin anahtarlarını son Kayyım olan Süreyc kabilesinin reisi Osman Bin Talha’dan almıştır. Osman Bin Talha, Kâbe’nin koruyucu sülalesi olarak 5 kuşaktır Kâbe Anahtarlarını taşıyan Süreycilerin reisidir. Bu anahtarları alma hadisesi 630’da Mekke'nin fethinden sonra gerçekleşmiştir.

Ayrıca İslâm’ın ilk döneminde Türkler hakkında en önemli araştırmalardan birisini yapan Doç. Dr. Ali Dadan’a göre “Bu pazar ve panayırlarda Türklerin ve Türklere ait ticaret mallarının bulunduğunu ve bu milletin varlığından Arapların ve özellikle Hz. Peygamber’in haberdar olduğunu gösteren en önemli delil, Buharî ve Müslim’in rivayetlerinde söz edilen Türk çadırıdır. Hadislere kadar yansıyan Türklere has bu eşyanın Arapların eline ancak ticaret yoluyla geçtiğini gösteren önemli bir veridir.” (İSLAM TARİHİ KAYNAKLARINDA TÜRKLER- DOKTORA TEZİ, KONYA, 2013)

Bütün bunlardan dolayı Hz. Muhammed devri, Türk-Arap/İslam ilişkilerinde ilk safha olarak görülebilir.

İkinci safhaya gelince Müslüman Arapların Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemindeki hızlı fetih hareketleri ile İslam Devleti, İran coğrafyasına hakim olmaya başlamıştır. 636 yılında Kadisiye, 637 yılında Celula ve 642 yılındaki Nihavend Savaşı ile birlikte İslam Devleti’nin, İran’ı tamamen fethetmesiyle Hz. Ömer devrinde Türkler ve Araplar komşu olmuştur. Ebu Davud'un Melahim'inden aktarılan bir hadiste "Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın." sözüne riayet eden Hz. Ömer Seyhun'un ötesine geçilmemesini emretmiştir. Lakin 644’te başa geçen Hz. Osman'ın hilafeti devrinde yaşanan 652 Belencer Muharebesi ile Türk-Arap savaşları başlamıştır. Bu muharebede İslam Halifesi Osman ile Musevi Türk Devleti Hazarlar arasında yapıldığı bilinen ilk muharebedir. Savaş Hazarlar'ın galibiyeti ile sonuçlanmış, Abdurrahman bin Rebîa bu savaşta ölmüştür.

Emeviler devrinde ise aradaki ilişkiler farklı bir noktaya evrilecekti. 680’de yaşanan Kerbela Vakasında Hz. Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra, Hz. Muhammed'in (sav) torunları Türkistan'a göç edip Horasan ve Maveraünnehir'e yerleşmişlerdir. Ehl-i Beyt mensubu bu insanlar Türkistan’ın yerlileriyle kaynaşmış, etkileşim yaşamışlardır. Bu insanların da diyalog, tebliğ, konuşma yoluyla İslam'ın yayılmasında etkili oldukları söylenebilir.

Bu süreçte ise Türklerin İslamiyet’le şereflenmesine Peygamberimizin Sahabeleri ve Tabiîn ivme katacaktı. Sahabe-i kiram ve tabiin İslamiyet'i yaymak için evlerini, ailelerini, yurtlarını terk edip bir daha dönmemek üzere dünyanın en ücra yerlerine ulaştılar. Bugün eski dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkistan'da da pek çok sahabe ve Tabiîn'in kabirleri var.

Mesela bunlardan birisi Peygamberimizin amcası Abbas'ın oğlu ve Peygamberimize çok benzeyen büyük sahabe Kusem bin Abbas hazretleri'dir. Semerkant'ta yaptığı bir hücum esnasında şehid oldu. Mezarı zamanla Müslümanlar tarafından mukaddes bir ziyaretgah haline getirildi. Halk ona Kuran-ı Kerim'de "Allah yolunda öldürülmüş olana ölü demeyiniz!" ayetinin hükmi ile "Şah-ı Zinde" yani "Yaşayan Sultan" adını verdi.

Kabile kabile, boy boy hatta oba oba, bıkmadan, usanmadan, yorulmadan, bu step Türkleri arasında dolaşarak İslamiyet'in Türkler tarafından benimsenmesini ve kabulünü sağlayan, onları dini yönden eğiten, öğreten, fedâkar, Müslüman mücahitler ve savaşçılar Türkistan'ı bir İslâm yurdu haline getirdi. Bu savaşçılardan birisi de savaşçılara komutanlık yapan Horasan valisi Kuteybe bin Müslim el-Bâhilî’dir.

Şeyh Seyyid Abdülhakim Arvasi bu kumandan hakkında "Türkistan ateşperest idi. Emevilerin hilafeti zamanında Kuteybe isminde Müslüman bir kahraman İslam dinini burarlara yaydı.” diye bahsetmiştir.

Kuteybe bin Müslim ile ilgili olarak büyük müfessir ve aynı zamanda büyük tarihçi İbni Kesir de:

"Ümeranın ulularından biri olan Kuteybe, aynı zamanda büyük bir kahraman ve komutandır. Allah, onun vasıtasıyla o kadar çok kimseyi hidayete ulaştırmıştır ki sayılarını ancak Allah bilir. Bu kimseler Müslüman olmuşlar ve Allah'ın dinine sımsıkı sarılmışlardır.” demiştir.

Kuteybe bin Müslim, Buhara’yı fethettikten sonra, İslâmi­yet’in yayılması için geceli gündüzlü ça­lıştı. Pek çok cami ve mescid yaptırdı. Baykent şehrinde bilhassa mihrabı ile ünlü muazzam bir sanat eseri olan Cuma Camii'ni yaptırdı. Kıymetli taşlarla süslü olan muhteşem mihrabın civardaki camilerde bir örneği yoktur. Buhara’nın birçok yerine mescidler yaptırdı. 712 senesinde Buhara'nın iç kalesinde yer alan daha önce Budist tapınağı iken sonra ateş evine çevrilen Mecusi mabedin yerine Mah-i Ruz Camii'ni inşa ettirdi. Ayrıca Semerkant'ın fethinin ilk günlerinde şehrin en güzel yerine büyük bir cami yaptırdı. Bu dönemde İslâm ordularının fethettiği istisnasız bütün şehir, köy ve kasabalara camiler, mescitler yaptırdı. Bazı hallerde ise fethin bir sembolü olarak şehrin en büyük ve önemli mabedini camiye çevirdi. Mescidlerde ve mek­teplerde din ve fen ilimleri okutulmaya başlandı ki, bu suretle yetişen alimler buradaki eğitimin yüksekliğine işarettir.

Her ne kadar kendisinin mevali politikaları güttüğü söylense de tam aksine Kuteybe bin Müslim'in idarî ve askerî işlerde bölge halkına şans tanıdığı bilinmektedir. Nitekim o, Buḫârâ şehrini, bizzat atayıp desteklediği bir Türk hükümdarla yıllarca yönetmiş, Buḫârâ, Baykend, Şâş ve Semerkand halklarından oluşan yirmi bin kişilik kozmopolit bir askeri birliğe ordusunda yer vermiş ve bunlara düzenli olarak maaş ödemiştir.

Kuteybe bin Müslim, Semerkand’ı fethedince buraya kardeşi Abdullah bin Müslim’i bıraktı. Sonra da Şaş ve Fergana şehirleri üzerine yürüdü. Şaş (Taşkend) ele geçirildi ise de Semerkand’dan kaçan Tarhan, Fergana’daki hâkimiyetini korudu. Kuteybe bin Müslim, 714 (H. 96) senesinde karargâhını Şaş şehrinde kurdu. Bu sırada hâmisi durumunda olan Haccâc’ın vefat ettiğini duydu. Durumunun sarsıldığını hissedip, askerî harekâtı durdurdu. Haccâc’ın vefatından sonra halîfe Velid, Horasan eyâletini müstakil bir hâle getirdi. Buranın umûmî valiliğini Kuteybe bin Müslim’e verdi. Kuteybe bin Müslim’in Kaşgar seferi için hazırlıklara başladığı sırada halîfe Velid vefat etti. Bu durum onu iyice sarstı. Kuteybe, Velid’in vefatından sonra halîfe olan Süleyman’a bâzı endişeleri sebebiyle itaat etmek istemedi. Daha sonra gelişen hâdiseler netîcesinde, askerlerden bir kısmı isyan ederek Kuteybe’yi öldürdüler.

Halk arasında “İmam Şeyh Ḳuteybe Mezarı” olarak bilinen kabri daha sonra Emir Timur'un emriyle Semerkantlı ustaların yaptığı inşaatlar sonucu türbeye dönüştürülmüştür. O zaman türbenin alanı 5 hektardı ve türbesinin kendisi 20 metre yüksekliğe ulaşmıştı. 1935 yılında Sovyet idaresi tarafından ideolojik nedenlerle yıkılırken Özbekistan bağımsız olunca yeniden restore edildi. Bugün türbe, geniş bir neşter girişi olan küçük bir tuğla yapıdan ibarettir. Giriş, ana cephenin üstünde ve altında uzanan küçük dekoratif tuğlalarla süslenmiştir. Aradan geçen uzun asırlara rağmen günümüzde dahi ziyaret edilmesi onun bölge halkı tarafından sevildiğini ve dini idealleri uğruna topraklarını fetheden bir asker-bürokrat olarak değerlendirdiğini gösterir.

Kuteybe bin Müslim'in türbesine ilişkin birçok efsane bulunmaktadır. Binlerce yıl önce bir Arap komutanının bu yerden geçtiğine ve burada Kuteybe bin Müslim'in dokunduğu iddia edilen eski bir ağacın büyüdüğüne inanılıyor. Efsaneye göre, eski bir kara ağacın gövdesinden damlayan meyve suyu kişiye canlılık, güç ve sağlık verdiği söyleniyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Uğur Utkan Arşivi