

Şeyhin Körfezi
Uzun zamandır ertelediğim bir ülkeye bu Ağustos’ta gittim; Mısır’a. Çocukluğumdan beri fotoğraflarını hayranlıkla incelediğim; hakkındaki bilgileri, hikâyeleri okuyup filmleri soluksuz seyrettiğim antik Mısır’ı görmek, bu dünyadaki 53’üncü yılımda ancak gerçekleşti. Bu gecikmenin maddi boyutundan ziyade önceliklerimizle ilgisi vardır. Mesleğimiz Türkoloji olunca öncelik Türk yurtlarına verildi.
Antik Mısır’dan önce güzel bir deniz tatili yapmak ailece muradımızdı. Ülkemizdeki fiyatları inceleyince iyi bir otelde deniz tatili yapmanın çok pahalı olacağını gördük. Bu bütçemizi zorlayacaktı. Ya Mısır’a gidip denizi unutacaktık ya da pahalı Türk otellerinde bütçemizi tüketecektik. İkisinden de vazgeçmek istemiyordu aile bireyleri.
Bir gün yakın bir dostumla oturup bir plan yaptık. Plana göre, önce Mısır’ın dünyaya sunduğu yeni deniz tatil beldesi Sharm el-Sheikh (Şeyhin Körfezi)’e gidecek, orada iken uçakla Kahire’ye geçip Antik Mısır’dan kalma harikaları görecektik. Hâliyle bütçemiz sınırlıydı; bunları yapmanın maliyetini araştırdık. Karşımıza çıkan meblağ bizi çok şaşırtmıştı. İki yetişkin bir çocuk (9 yaş) Konya’dan yola çıkacak, İstanbul’dan Sharm el Sheikh’e uçacak, orada 7 gün 8 gece deniz tatili yapacak; bunlara ek olarak uçakla Kahire’ye gidip Antik Mısır yadigârlarını görecek, sonra da yine Sharm el Sheikh üzerinden Türkiye’ye dönecektik. Seyahatte yapılacakları böyle sıralayınca bayağı bir para gerekiyor gibi bir tablo karşımıza çıkıyor. Neticede sadece Türkiye’den Sharm el-Sheikh’e, oradan Kahire’ye, Kahire’den tekrar Sharm el-Sheikh’e ve Sharm el Sheikh’ten Türkiye’ye olmak üzere dört kere uçak yolculuğu yapmak gerekiyordu. Gerçekte bu planladığımız deniz ve gezi tatilinin maliyeti, Antalya’da her şey dâhil beş yıldızlı 7 günlük bir tatilden daha ucuza mâl oluyordu. Biletler alındı, hazırlıklar yapıldı ve yola çıkıldı…
Uzun zamandır dünyanın güneyine gitmemiştim, uçakta bunu fark ettim. Uçuşlarda en büyük zevkim, pencereden dünyanın yukarıdan harita gibi olan görüntüsünü seyretmektir. İlkin aşağıda 1 saat 45 dakika boyunca Akdeniz’in engin mavilikleri vardı. Sonra, bizim gibi ülkelerde büyümüş insanlar için çok farklı bir toprak parçası görünmeye başladı. Uçsuz bucaksız, açık kahverengi kum çölleri bazen sıra sıra bazen de yalnız başına duran koyu kahverengi dağların arasında akan nehir görüntüsündeydiler. Hava oldukça berraktı. Bulutu ara ki göresin.
Uçağımız alçaldıkça Sharm el-Sheikh’i yukarıdan izlemeye başladım. Sina yarımadasının ucunda yan yana sıralanmış oteller, sahilin biraz içlerinde yapılanmanın yeni olduğu fark edilen konutlar, yollar, yol boyunca sıralanan ama pek çoğu rüzgâr ve iklimden ötürü zarar görmüş palmiyeler; biraz batıda ve içlerde eski Sharm el-Sheikh şehri… Burası uçaktan bakılınca, Kızıldeniz’e kafasını sokmaya çalışan kel bir Araba benziyordu.
Konya’nınki kadar büyüklükte bir havalimanına indik ve önceden ayarladığımız minivan bir araçla otelimize doğru yola çıktık. Otele giden ana sekiz şeritli ana caddenin ve yolun adı King Selman idi. Sonraki günlerde öğrendik ki bu büyük cadde, yol ve bazı limanlar Suudi Kralı Selman tarafından finanse edilmiş. Yıllarca siyasi olarak birbirlerini hiç sevmeyen Mısır ve Suudi Arabistan, Kral Selman’ın Amerika ve İsrail destekli mali politikaları sayesinde Mısır’ı da kendi halesine almış. Ya Hz. Para, sen nelere kadirsin…
Otel konseptleri Antalya bölgesi gibi, her şey dâhil çalışıyorlar. Sahiller parsel parsel dünyanın ünlü marka otellerine verilmiş. Fiyatlar Türkiye’ye göre çok uygun. Oteldeki yemekler gayet güzel; içecekler de. Burada bizi iki şey çok şaşırttı: temizlik ve personelin misafirlere yaklaşımı. Bir otel düşünün ki günün her saatinde temizlik sizi rahatsız etmeden devam etsin. Havuzlar gece 3-4’e kadar temizlensin. Oda sorumlusundan restoranlardaki görevliye, eğlence sektöründeki çalışanlardan müdüre kadar bütün personel size elinden gelen her türlü güzelliği yapmak için adeta didiniyorlar. Hep güler yüzlü, nazik ve saygılılar.
Buranın plajı Side’yi andırıyor ama deniz içindeki kum oranı daha güzel; ne denizi bulandıracak kadar çok ne de ayağınızı deniz dibi kayalarıyla incitecek kadar az. Sıcaklık ise genel olarak Antalya’dan bir iki yahut üç derece fazla. Kızıldeniz’den sahile doğru esen tatlı bir yel var; bunun sayesinde nem oranı çok makul. Nem sizi asla boğmuyor. Kaldığımız sekiz gün içerisinde sadece bir gün bu yel normalden sert esti, rahatsız olduk. Bu esinti de üç saat sürdü. Deniz suyu harikaydı. Sahilden yaklaşık yüz metre yürüdükten sonra suyun derinliği boyunuzu aşıyor. Hemen her gün belirli saatler arasında görülen gelgitler nedeniyle Kızıldeniz, bazen sahilden yüz metre çekilebiliyor. 5 saat içerisinde tekrar geri yükseliyor sular. Çocuklarımıza gelgit olayını canlı anlatmak da ayrı bir keyifti bizim için.
Kızıldeniz, dünyanın en tuzlu denizi. Akdeniz’den bir iki derece tuzlu. Su her daim ılık. Şnorkelle denize daldığınızda aşağıda rengârenk balıklar adeta raks ediyor. Normal bir deniz gözlüğüyle bile hemen kıyıda çeşit çeşit balık görmeniz mümkün. Diğer deniz canlıları da bu cümbüşe katılıyorlar
Sadece deniz tatili için kalkıp Mısır’a gidilmez. Oralara gidip de çöl safarisine katılmamak, deveye binmemek, Mısır geleneksel danslarının ve rakkaselerinin olduğu eğlenceyi seyretmemek, otantik çarşılarında gezmemek, alışveriş yapmamak olmaz. Bunların hepsini zevkle yaptık, çok da eğlendik. Türk olduğumuzu anladıklarında ağızlarında hep şu Türkçe sözleri duyuyorduk: “Yavaş yavaş, Mansur Yavaş. Hasan Şaş. Temeem.” Bu tatil beldesindeki bütün Mısır halkı özel bir vize ile burada kalıyor ve çalışıyormuş. Bunun nedenini araştırdığımızda, yoksul halkın turistlerin gözünde Mısır imajını zedelemesini ve hırsızlığı engellemek olduğunu öğrendik. Burası tam bir turist cenneti olarak düzenlenmiş özerk bir bölge. İnsanları ise tipik bir doğu halkı; özel ilişkilerde samimi ve sıcak, çevresine kaba ve savruk.
Farsha Cafe’den bahsetmeden geçemeyiz. İstanbul’da boğaza nazır ünlü diskolar, eğlence merkezleri, cafeler, restoranlar gibi düşünülmüş; Kızıldeniz’e sıfır ama dizaynı sanki eski Yunan amfi tiyatroları gibi sıfırdan yükseğe doğru kurulmuş, tabiri caizse zengin beyaz Mısırlıların ve turistlerin gözdesi modern bir eğlence merkezi. Buraya girmek ve yer bulmak için herkes uzun bir kuyruk oluşturuyor. Zaman geçirmek için iyi bir alternatif.
Bu tatilde bir gününüzü mutlaka Ras Muhammed adlı denizin altındaki doğal millî parkını görmeye ayırmanız gerekir. Burayı görmeden Sharm el Sheikh’ten giderseniz, aslında buraya hiç gelmemişsiniz demektir, diyor bölge halkı. Sabah 10 sularında denize açılıp yaklaşık 1,5-2 saat yol aldıktan sonra deniz altındaki resif adacıklarına ulaşılıyor. Denizde şnorkelle aşağı bakıldığında hayatınızda hiç görmediğini kadar güzel, çeşitli renkte balıkla beraber olduğunuzu fark ediyorsunuz. O kadar güzel bir renk cümbüşü ve balık türü var ki sanki kendinizi rüyada gibi hissediyorsunuz. Cesaretiniz ve nefes refleksiniz varsa tüple dalıp bu büyülü âlemin içine girmek ayrı bir macera oluyor. Dalış kulübünde çalışanların ve gemi kaptanının, tayfasının turistlere davranışı yine mükemmele yakındı. Bizler Türkiye’de böyle hizmetler almayı özledik artık!
Ve Kahire… Yaklaşık beş bin yıllık çok eski bir şehir. Antik Mısır uygarlığının kalbi. Bugün resmî olarak 25 milyon insanın yaşadığı dev bir başkent ama maalesef şehircilik çok kötü. Trafik keşmekeş; karşıdan karşıya geçen bir yayaya arabanın çarpması çok doğal bir olay sayılıyor. Trafik ışığı yok bu şehirde! Binalar çok eski ve yenileme çalışması da göremiyoruz hiçbir yerde. Lüks oteller, bazı devlet binaları, eski birkaç cami ve kiliseler dışında dikkatinizi çekecek bir yapı göremiyorsunuz. Sokaklarda kaldırımlar yahut ara sokaklar o kadar düzensizlikler içerisinde boğulmuş ki bir yabancı bu şehirde beş dakikada kaybolur. Tahrir meydanına gitmek istedik, maalesef Sisi orayı yaya trafiğine bile kapatmış. Ve kiliselerin sayısı… Kahire merkezde nereye baksak en az bir kilise görmek mümkün. Mısır’daki 15 milyon Kıptî Hristiyanların 9 milyonu Kahire’de yaşıyormuş. Bu bilgi şehrin çehresini süsleyen çok sayıda kiliseyi de açıklamakta…
Kahire’ye adım atar atmaz Antik Mısır’ın tarihine ışık tutan ve Orta Doğu’nun en eski müzesi unvanına sahip Kahire Mısır Müzesi’ne gittik. Önemli bir miktarı sergilenen 120.000 Antik Mısır eserinin bulunduğu bu devasa Müze’yi bir Türk’ün yaptırmış olması bize ayrı bir gurur verdi. Son Mısır Hidivi II. Abbas Hilmi Paşa’nın temelini 1895 yılında attığı ve 1901’de inşası tamamlanan müze, 1902 yılında hizmete girmiş. Hidiv’in ruhuna bir Fatiha gönderip
Antik Mısır’dan kalan paha biçilmez yadigârlar arasında şaşın şaşkın gezdik; hayranlığın zirvelerine ulaşarak…
Burada olmamızın en önemli nedeni tabi ki Antik Mısır Uygarlığının kalıntılarını ve özellikle de çocukluğumdan beri görmeyi çok istediğim Piramitleri görmekti. Başlangıçta mezarlık olarak tasarlanan bu yapıların MÖ 2700-1700 yılları arasında inşa edildiği düşünülüyor ancak “nasıl” inşa edildiği hâlâ gizemini koruyor. Son zamanlardaki kabul gören varsayım, toprağın bazı karışımlar ve özel bir formülle kerpiç yapımında olduğu gibi taş bloklar hâline getirilmesi; büyük taş blokların rengi ile toprağın rengindeki uyum bu savı güçlendiren bir ayrıntı. Bloklar farklı bir yerden getirilmemiş sanki; farklı bir kayaç özelliği yok, mermer veya volkanik taş değiller.
Antik dönem insanlarının hünerlerini simgeleyen, mühendislik harikası Mısır piramitleri, kaynaklara göre ilk olarak Firavun Djoser tarafından yaptırılmış. Kahire’de gezilebilecek görkemli piramitler Gize Nekropolündeki Keops (146,4 m.), Kefren (143,5 m.) ve Mikerinos (65,5)’tur. Bazıları 10-15 ton ağırlığında 2-3 milyon bloğun üst üste dizilmesiyle oluşturulmuş muhteşem yapılar, zamanının ötesinde bir mimari gayreti sergiliyor. Bu yapıları yakından görmek, onların inşasındaki emsalsiz emeği tezahür etmek çok olağanüstü duygular uyandırıyor insanda.
Piramitlere çok da uzakta olmayan bir şaheser daha var: Sfenks heykeli. 73,5 metre uzunluğunda, 6 metre genişliğinde ve 20 metre yüksekliğindeki bu görkemli heykel, dünyadaki en büyük tek taş heykeli unvanına sahipmiş. Sanki Sfenks Nekropol’ü koruyan bir bekçi gibi ziyaretçileri gözetliyor.
Kahire’de tekneyle Nil gezisi, burada yediğimiz öğle yemeği, Mısır kokularının ve papirüs kağıdının yapımının tanıtılıp satıldığı atölyeler, Kahire’nin bize son hediyeleriydi.
Yazımın sonunda Türk turizmcilere bir uyarım olacak. Eğer bir an önce hizmet kalitesini ve fiyat politikasını yerli turiste göre düzenlemezseniz, Mısır sizler için çok ciddi bir rakip olacak; hatta oluyor bile… Yakın gelecekte bunu mutlaka göreceğiz.