Gıda Güvensizliği: Soframıza Düşen En Büyük Gölge
Her geçen gün ülkemizde gıda güvenliği biraz daha tehlikeye giriyor. Artık yalnızca sağlıklı beslenme hakkımızı kaybetmiyoruz; aynı zamanda güven duygumuzu da kaybediyoruz. Pahalıya aldığımız ürünlerin kalitesi düşüyor, dışarıda yediğimiz yemeklerin ne kadar güvenli olduğunu bilemez hâle geliyoruz. Üstelik tüm bunları sadece teorik bir sorun olarak yaşamıyoruz; tehlike artık kapımızda değil, soframızın tam üzerinde.
Son iki ay içinde İstanbul’da yaşanan vakalar, bu tabloyu acı bir şekilde doğruluyor. Almanya’dan İstanbul’a gelen gurbetçi bir ailenin Ortaköy’de yedikleri yemekten sonra zehirlenerek hayatını kaybetmesi, tartışmaların boyutunu değiştirdi. Böyle bir olayın Türkiye'nin en turistik bölgelerinden birinde yaşanması, işin vahametini daha da artırıyor. Üstelik tek örnek bu da değil. Aynı dönemde, İstanbul’da tatil yapan iki yabancı turistin otelde yedikleri yemekten zehirlenmesi, meseleye “tesadüf” diyebileceğimiz son ihtimali de ortadan kaldırdı.
Bu tür olaylar elbette sadece basit bir işletme hatasıyla açıklanamaz. Burada karşımızda çok daha derin bir sorun var: Sistematik bir denetim sorunu, kontrolsüz bir piyasa ve giderek zayıflayan bir gıda güvenliği kültürü. Yerel yönetimlerin yetersiz denetimleri, merdiven altı üretimin önünü açıyor; insan sağlığını hiçe sayan işletmeler ise cezaların caydırıcı olmaması nedeniyle faaliyetlerine devam ediyor.
Tüm bunların sonunda zarar gören yalnızca vatandaş değil. Türkiye’nin uluslararası imajı, turizm gelirleri, hatta ülkeye duyulan güven de büyük darbe alıyor. Turist sayısındaki düşüşün nedenleri arasında ekonomik koşullar kadar bu güvensizlik hikâyelerinin payı da büyük. Çünkü bir ülkenin mutfağı yalnızca yemeklerinden ibaret değildir; aynı zamanda bir kültürün hijyen anlayışını, düzenini ve güven ortamını da yansıtır.
Ben bugüne kadar 17 ülke gezdim. Mide hassasiyeti olan biri olarak hiçbirinde gıda kaynaklı ciddi bir sorun yaşamadım. Fakat kendi ülkemde bir restoranda yemek sipariş ederken bile düşünmeden edemiyorum: “Acaba bu yemek gerçekten güvenli mi?” Bu soruyu her sorduğumda, yalnızca kendi sağlığım için değil, ülkedeki genel gidişat adına da içim burkuluyor.
Gıda güvenliği bir ülkenin medeniyet göstergesidir. Bugün market rafına şüpheyle bakan, dışarıda yemek yemeye çekinen bir toplum oluyorsak, bu yalnızca ekonomik bir kriz değildir. Bu, aynı zamanda ahlaki bir krizdir. Çünkü bir insan topluluğunun en temel sorumluluğu, birbirinin sağlığını koruyabilmektir.
Peki çıkış yolu nedir?
Her şeyden önce denetimlerin gerçek anlamda artırılması gerekiyor. Ancak bu yalnızca “kağıt üzerinde” değil, sahada etkin ve tarafsız bir şekilde yapılmalı. İşletmelere verilen cezalar caydırıcı olmalı; gıda üretim zincirinin her adımı şeffaf hâle getirilmeli. Tüketici de bilinçlendirilmeli ve hakkını arayabileceği mekanizmalar güçlendirilmeli.
Bugün sofralarımızda yaşadığımız bu güvensizlik, sessiz bir alarm gibidir. Belki siren sesi duymuyoruz, belki bu tehlike gözle görünmüyor. Ama her lokmada, her alışverişte, her haber bülteninde hissediyoruz.
Bu ülke, milyonlarca insanın hakkıyla ve güvenle doymayı hak ettiği bir ülke. Gereken adımlar atılmazsa, korkarım ki bu güven kaybı yalnızca mutfaklarımızla sınırlı kalmayacak; hayatın her alanına yayılmaya devam edecek.