Etik, Medya Okuryazarlığı ve Türkiye İçin Bir Yol Haritası
Yapay zekânın gazetecilik üzerindeki etkileri artık bir “gelecek tartışması” olmaktan çıkmış, Türkiye’de de gündelik medya pratiğinin ayrılmaz bir parçası hâline gelmiştir. İlk iki yazıda görüldüğü üzere sorun, teknolojinin varlığı değil; bu teknolojinin hangi ilkelere, hangi denetim mekanizmalarına ve hangi toplumsal ihtiyaçlara göre kullanıldığıdır. Bu noktada çözüm, yapay zekâyı reddetmekte değil; onu kamusal sorumluluk temelinde yeniden tanımlamakta yatmaktadır. Her şeyden önce etik ilkelere dayalı bir yapay zekâ kullanımı zorunludur. Türkiye’de medya kuruluşlarının, yapay zekâ destekli içerik üretimi ve dağıtımı konusunda okura açık ve şeffaf olması gerekmektedir.
İkinci olarak, medya okuryazarlığı artık lüks değil, bir zorunluluktur. Türkiye’de yurttaşların yalnızca haber tüketen değil, haberin nasıl üretildiğini sorgulayan aktif öznelere dönüşmesi gerekmektedir. Yapay zekâ ile üretilmiş sahte görselleri, manipülatif başlıkları ve algoritmik yönlendirmeleri ayırt edebilecek bir toplumsal bilinç, gazeteciliğin en güçlü savunma hattıdır. Bu bağlamda medya okuryazarlığının ilköğretimden üniversiteye kadar eğitim müfredatına eleştirel bir perspektifle entegre edilmesi hayati önem taşımaktadır.
Üçüncü olarak, gazetecilik eğitimi yapay zekâ gerçekliğiyle yeniden düşünülmelidir. İletişim fakültelerinde verilen eğitim, yalnızca teknik becerilere odaklanmamalı; veri etiği, algoritmik önyargı, dijital doğrulama yöntemleri ve ifade özgürlüğü gibi alanları da kapsamalıdır. Yapay zekâ araçlarını kullanabilen ama onlara eleştirel mesafesini koruyabilen gazeteciler yetiştirilmeden, bu dönüşümün sağlıklı yönetilmesi mümkün değildir.
Politika düzeyinde ise bağımsız ve çoğulcu bir denetim mekanizmasına ihtiyaç vardır. Yapay zekâ destekli içerik denetimi ve platform algoritmalarının etkisi, yalnızca devlet ya da şirketlerin inisiyatifine bırakılmamalıdır. Akademisyenler, gazeteciler, hukukçular ve sivil toplumun dahil olduğu katılımcı yapılar, bu alandaki karar süreçlerine dâhil edilmelidir. Aksi hâlde “dezenformasyonla mücadele” adı altında ifade özgürlüğünün daraltılması riski daha da artacaktır.
Son olarak, yapay zekânın gazetecilikteki rolü yeniden tanımlanmalıdır: O bir otorite değil, bir araçtır. Hakikatin yerini alan değil, hakikate ulaşmayı kolaylaştıran bir yardımcı olduğu ölçüde meşrudur. Gazetecilik, algoritmaların hızına değil; insanın etik sezgisine, eleştirel aklına ve kamusal sorumluluk bilincine dayanır.
Türkiye’de yapay zekâ çağında gazeteciliğin geleceği, teknik kapasiteden çok, bu ilkelere ne ölçüde sahip çıkılacağıyla belirlenecektir. Eğer bu dönüşüm insan merkezli, şeffaf ve çoğulcu bir anlayışla yönetilebilirse; yapay zekâ bir tehdit değil, demokratik kamusal alanın güçlendiricisi olabilir. Aksi takdirde geriye kalan şey, çok konuşan ama az şey söyleyen bir medya düzeni olacaktır.