Yazma Tâbir-nâmeler
Türk edebiyatına 14. yüzyılda bir tür olarak giren tâbir-nâmeler, ilk zamanlar Arapça ve Farsça’dan dilimize çevirmek suretiyle kültürümüzde yerini bulmuştur. Dilimizde rüya yerine kullanılan düş kelimesi Eski Türkçe döneminden beri vardır. Divanu Lügat-i Türk ve Kutadgu Bilig’de “tüş” biçiminde geçmekte ve rüyalardan bahsedilmektedir. Başka dillerden dilimize çevrilmiş tâbir-nâmelere kadar elimizde düş tâbiriyle ilgili herhangi bir Türkçe eser mevcut değildir. Birçok kütüphanedeki yazmalar katoloğu tarandığında tâbir-nâmelerin 14. yüzyıldan itibaren yazılmaya başladığı tespit edilmiştir.
Yapılan incelemeler sonucu yazım tarihi belli olan en eski eser, Müşkil-güşâ’dır. Yazarı ve müstensihi belli değildir. Katalogda istinsah tarihi olarak hicrî 1081 geçmektedir. Yazım veya istinsah tarihi belli olmayan ama takdim edildiği devlet büyüğü göz önüne alındığında en eski eser, Muhammed İbni Hasan İbni Aliyyi’l-Hüseyn’in Kitabu’t-Tabirât’ıdır. O, 1. Murad döneminde yaşadığını ve eserini Murad Bey’e takdim ettiğini ve eserinin adını Tuhfetü’l-Mülûk olarak belirlediğini ifade etmiştir. Ondan sonra en eski olduğu düşünülen eser, Orhan Şaik Gökyay’ın tespitiyle Süleymaniye yazma eserler kütüphanesi, Hekim Ali Paşa bölümünde 588 numarada kayıtlı olan Tabir-nâme-i Türkî adlı eserdir. Bu eser, Germiyan sultanı Yakup bin Şah Süleyman bin Muhammed bin Yakub Han nâmına Farsça’dan çevrilmiştir. Müellifi Ahmed-i Daî’dir. 2.Yakub Han, Germiyan sultanı Süleyman Şah’ın torunudur. Dedesinin yerine 1387’de hükümdar olmuştur.
Tâbir-nâmelerin bazısı müstakil bir kitap halinde olup, bazısı da mecmuaların içinde bir bölüm halinde, bazısı da der-kenar olarak yazılmıştır. Bir de mektup yoluyla yazılmış tâbir-nâmeler vardır.
Agâh Sırrı Levend edebî eserleri sınıflandırırken tâbir-nâmeleri öğretici eserler içinde değerlendirir. Bu tür kitaplar sanat kaygısından uzak olduğu için halk diliyle açık ve sade bir şekilde kaleme alınırlar. Tâbir-nâmeler günlük konuşma dilinin birçok sözcüğünü içine alır. Bu yönüyle adeta bir halk dili sözlüğüdür. Bir tâbir-nâme, döneminde yazılan diğer eserlere göre daha çok kelime barındırır. Ayrıca çok değişik tür ve konularla ilgili sözcükleri barındırdığından, bu tür eserler üzerinde hazırlanan sözlükleri o dönemin söz varlığı açısından değerli kılmaktadır.
Tâbir-nâmeler genelde iki bölüm olarak hazırlanmıştır. Birinci bölümde rüya kavramı hakkında bilgiler verilir. Tâbir-nâmelerin çoğunun başında rüyaların tâbirine geçilmeden önce, rüyanın nasıl olduğu, düşün tabiatı, kuvveti ve zaafı, rüyanın türleri, rüyanın görüldüğü ve tâbir edileceği zamanların önemi, muabbirin âdabı, rüyasını yorduran kişinin âdabı üzerinde durulur ve bu konularda yeteri kadar bilgi verilir. İkinci bölümde ise rüyaların tâbirleri yapılır. Bu bölüm her tâbir-nâmeye göre değişiklik gösterir. Eserler genellikle “bâb” esasına dayalı oluşturulmuştur. Bu bâb’lar, bazı tâbir-nâmelerde heceleme sistemi üzerine alfabetik olarak kurulmuş, bazılarında ise rüyada görülen varlıkların cinsine ve türüne göre bâb’lar ve fasıllar oluşturulmuştur.
Birinci tür bâb sisteminde kullanılan yöntem heceleme yöntemidir. Bu sisteme göre rüyada görülen bir şeyin ismi alfabetik sıraya göre dizilmiş kelimelerde aranır. Arap harf sistemine göre dizilmiş bu yapıda hece sistemi kullanılmıştır. Mesela pınar gören bir kişi ‘be’ bâbına bakacaktır. ‘Be’ bâbındaki kelimelerin bazılarının dizilişi şu şekildedir: Pâdişah, bayram, bulut, bag, bagçe, bülbül, bostan, benefşe, pınar, bekmez, bal, bâdem, bakla, bugday, bögrülce, bâdincan, belut, panbuk, bıçak, balta.
İkinci tür bâb sisteminde rüyada görülen bir madde, cins ve türüne göre sınıflandırılmıştır. Görülen bir varlık, ilgili bir bâbda, o maddeyle ilgisi olan diğer varlıklar ise o bâbın altında bulunan fasıllarda yorumlanmıştır. Meselâ rüyasında pınar gören birisi, eserin denizler ve sularla ilgili faslına bakacaktır. Bu durum, Süleymaniye yazma eserler kütüphanesinde Antalya Tekelioğlu bölümü 508’de kayıtlı bulunan Müşkil-güşa’da şöyle geçmektedir: “On altıncı bâb şol nesneler ta‘birinüñ beyânundadur ki rü’yâlar anlara müte‘allikdür ve bu bâb yigirmi bir faslı müştemildür. Üçünci fasl sular ve deñizler ve bıñar görmegüñ ta‘biri beyânındadur.”
Üçüncü tür bâb siteminde ise yalnızca bâblar olup, fasıllar yoktur. Bu tür tâbir-nâmelerde ise görülen madde, ilgili bâbda bulunmaktadır. Meselâ pınar gören bir kimsenin eserin ırmak, pınar, deniz, sarnıç ile ilgili bâbına bakması gerekir. Süleymaniye yazmalar kütüphanesi, Bağdatlı Vehbî bölümünde 948 numarada kayıtlı İbn-i Sîrîn’in tercümesinde bu bölüm şu şekilde geçmektedir: “Bâb dördünci; gün ve ay ve ılduzlar görmek. Bâb beşinci; deñiz ve ırmak ve pıñar ve sarnıç ve gemi görmek. Bâb altıncı; nûr ve zulümât, şem‘a ve çırag, saç ve sakkal ve kıl görmek”
Tâbir-nâmelerin birbirinden farklı oluşunun bir başka nedeni, giriş bölümlerindeki değişiklikten ileri gelmektedir. Bazı tâbir-nâmelerin girişinde içindekiler bölümü verilmiştir. Bu bölüm bâblar/fasıllar şeklinde düzenlenmiştir. Bazı tâbir-nâmelerde cetvelli, tablo şeklinde, bazılarında ise cetvelsiz olup alt alta sıralanmıştır. Bazı tâbir-nâmelerde de içindekiler bölümü yoktur. Görülen maddenin ya harfine ya da türüne göre bir sıra takip edilmiştir.
Tâbir-nâmeler geleneğe uyarak Allah’a hamd ve senâ, Peygamber’e salavat ifadeleriyle başlamaktadır.
Tâbir-nâmeleri birbirinden farklı kılan bir başka özellik de bazılarının ilk bölümlerinde rüya ilgili oldukça geniş bir biçimde bilgi vermesinden kaynaklanır. Bazıları ise derhal konuya girerek tabiri yapılacak maddeleri ard arda sıralayarak diğerlerinden ayrılır.
Bütün bu tâbir-nameler eski kültürümüzde insana ve onun hâssalarına ne derece önem verildiğini ortaya koymaktadır. Geçmişten günümüze muazzam bir define misali insan da tüm özellikleriyle araştırılmış ve halen bu uğraşı yitirilmemiştir.