Vahşetin tarihini Avrupa mı yazdı, Moğollar mı?
Düşmana üstünlük sağlayıp savaş kazanmanın ötesine geçerek, sivil halkı öldürüp yerinden sürmeye ilerletince, vahşetin tarihini kimin yazdığı tartışılır hale geliyor. Korkunç Moğol imajının karşısında, McCarthy, Jezernik gibi yazarların tespitiyle Avrupa’da vahşetin tarihi arşivlerden kaçamıyor
Justin McCarthy’nin 5 milyondan fazla Müslüman’ın öldürülmesi ve yerlerinden edilmesinin tarihini anlattığı “Ölüm ve Sürgün kitabı, Balkanlar, Ortadoğu ve Asya’da maruz bırakıldıkları etnik ve dinsel kıyımların nasıl ortaya çıktığının tarafsız, resmi belge ve kaynaklara dayandırılarak anlatımıdır
İnsanoğlunun farklı toplumlar olarak birbiriyle durmaksızın savaşması ve ülke edindiği toprakların sınırını genişletme, kaynaklarını artırma ve güvenliğini sağlama arzusuyla büyümek ve güçlenmek istemesi, dünya tarihinin özetidir. Savaş, savaş alanından çıkıp sivillere bulaşıp, öfke halklara yöneltildiğinde ise vahşetin tarihi yazılmaya başlar...
Savaş meydanının dışında, sivillere yapılan türlü işkencelerle doludur dünya tarihi. Tarih içinde vahşeti düşünürken, doğal olarak savaş alanının dışında insanın insana uyguladığı zulüm değerlendirilir. Düşmanı yenmiş olsa dahi, canını hunharca almak da, düzene karşı gelenlerin ibret olacak şekilde cezalandırılması da buna dahildir.
Kudretin, gücün sembolü olarak şiddetli cezalandırma, kimi zaman otoritenin yönetilene mesajı, kimi zaman yöneticiye adaleti sağlamanın zorunluluğu, bazen de düşmana gücünün gösterisi olmuştur. Örneğin Pers Krallığı’nda rüşvet alan hakimin derisinin yüzülmesi, sonradan göreve gelecek hakimin bu deriden yapılmış koltuğa oturtulması, caydırıcılığı örnekleyecek bir ders tercihidir. Savaşta üstün gelinen milletlere uygulanan vahşet, orduların şanının sembolizesi olmuştur. Yüzbinlerce kişiye kıyan Moğollar ve kelle kesmeyi imzası gibi gören Karadağlar, ilk akla gelenlerdir.
KAFA KESMENİN TARİHÇESİ
Bu yazı, her ne kadar “kafa kesmenin tarihçesi” olmasa da, tarihte vahşet denilince önce kelleden kuleler düşünülür. Kafa kesmenin insanlık tarihi boyunca var olduğunu Mısır Kralı Ramses’in elinde baltayla bir esirin saçından tuttuğu freskle anlıyoruz. Antik çağdan beri bir cezalandırma yöntemi olan kafa kesme, kimi toplumlarda esirlere, kiminde ise soylulara uygulanıyordu. Kılıç ya da giyotinle kesmek, kafası kesilen kişiye daha az acı çektirdiği için ayrıcalıklı bir ölümdü.
Fransız İhtilali’nin armağanlarından olan giyotin, soyluların canını daha az yakarak almak için uygulanan bir yöntemdi. İlgi çekici bir konu olarak “kafa kesmenin tarihçesi”, mitolojiden başlayarak çok geniş bir zaman diliminde pek çok toplum ve kültürden örneklerle doludur.
Kesilen kafaların ağaca asılması ise isyankarların kafalarının asıldığı Çınar Ağacı’nı çağrıştırır. 1656 yılında meydana gelen bu olayda, Yeniçeriler, isimlerini belirledikleri bazı devlet adamlarının kellesini istemiş ve almış, kelleler çınar ağacına asılmıştı.
Zaten Çınar Vakası’na Vaka-yi Vakvakiye denmesinin sebebi de Vakvak Ağacı’ndan mülhemdir. Vakvak Ağacı, Türk, Hint, Arap ve Fars mitolojisinin ürünüdür. İslam Mitolojisi’ ne göre cehennemde bulunan, meyveleri insan kafası olan efsanevi bir ağaçtan adını alan “Vakvak Ağacı” aynı zamanda tarihsel bir olaya ismini vermiştir.
Hint Okyanusu’ndaki adalardan biri olduğuna inanılan Vakvak Adası’nda yetişen ve bulunduğu adaya adını da veren Vakvak Ağacı, dallarının uçları veya meyveleri insan ya da hayvan şeklinde olan ve vak vak şeklinde ses çıkaran efsanevi bir ağaçtır.
İYİ ORDU KAFA KESMESİNDEN BELLİ OLUR?
Kafa kesmenin tarihinde kronolojik olarak giderken Jezernik’in “Vahşi Avrupa”sında Kelle Avı Tutkusu bölümü, bu vahşeti Moğollar’dan alıp Avrupa’ya getirir. “Vahşi Avrupa”da, 19. yüzyıldan itibaren kelle kesmenin, hem askere, hem sivillere gözdağı vermek ve dahası, iyi bir ordu olduğunu göstermek için uygulandığı dikkati çekiyor.
Vahşi Avrupa’da Karadağlıların savaşta öldürdükleri düşmanlarının başlarını kesip kahramanlıklarının bir göstergesi olarak saklamaları, baş kesmenin alçak düşmana karşı kazanılan zaferin delili ve bu toplumda itibar kazanma vesilesi olması anlatılıyor.
Karadağlılar, savaşta esir aldıkları askerlerinin başını keserek itibar ve şereflerini artırdıklarını düşünüyorlardı. Çetine kalesinde, mızraklara dikilerek sergilenen düşman askerinin kesik kellesi eksik olmazdı.
Hatta bir rahibin intikamını almak için Karadağlıların 33 baş kesip bunları sırıklara taktıkları ve şehirdeki Türk kadınların görebilecekleri yerlere diktikleri bilinir. 1858’deki Kolaşin Savaşı’nda bin tane başın kesildiği söylenirken, 1862 yılında Nikşiç’te bu rakam 3700’dü. Kadın ve çocuklarınkini de içeren bu başlar ya vladikanın evinin önündeki yığına ekleniyor veya Çetine’nin yukarısındaki yuvarlak kulede mızrakların ucuna takılıyor ya da civardaki evlere ve ağaçlara asılıyordu.
(Vahşi Avrupa-Batı’da Balkan İmajı kitabından bu kadar alıntı yaptıktan sonra, Slovenyalı akademisyen Bozidar Jezernik bu eserinde batının “barbar Türk” algısını bozacak tespitleriyle dikkati çeker. Bu kitabı okumak, Osmanlı Devleti’nin çekilmesinden sonra Balkanlar’ı anlamak açısından önemlidir. Balkanlar’da Türk kalmadıktan sonra Balkan topraklarındaki işgaller, asimile politikaları ve operasyonlara farklı bir gözden bakmak açısından çarpıcı bir eser olarak, meraklılarına tavsiye edilebilir.)
ÖLÜM VE SÜRGÜN
Amerikalı, tarih profesörü Justin McCarthy’nin “Ölüm ve Sürgün” (Death and Exile),adlı kitabı ise 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın başlarında Balkanlarda, Ortadoğu’da ve Asya’da milyonlarca Müslüman’ın öldürülmesi ve yerlerinden edilmesinin tarihidir. Bu kitap, Müslümanların maruz bırakıldıkları etnik ve dinsel kıyımların nasıl ortaya çıktığının tarafsız resmi belge ve kaynaklara dayandırılarak anlatır.
McCarthy, kitabının önsözünde şu çarpıcı ifadeleri kullanır: “Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Osmanlı İmparatorluğu nüfusu üzerinde yaptığım araştırmalar, beni Müslümanlar arasındaki ölüm ve göçü konu alan bu çalışmaya götürdü. O zaman nüfus üzerinde çalışırken ilgi duyduğum, sadece, Anadolu’da kaç Müslüman’ın yaşamakta olduğunu ve bunların nüfusunun 19. ve 20.yüzyılda hangi ölçüde değiştiğini belirlemekten ibaretti.
Bu araştırmanın sonucu beni şaşkınlık içinde bıraktı; çünkü daha önce Osmanlı tarihi hakkında okuduklarımın arasında hiçbir şey, beni, bu dönemdeki çok yüksek ölüm oranıyla karşılaşmaya hazırlamamıştı. İstatistikler, Müslüman nüfusun dörtte birinin yok olduğunu söylüyordu. Tarih kitaplarında böylesine bir nüfus kaybının es geçildiğine inanamıyordum. Yalnız 1. Dünya Savaşında değil. 19. yüzyıl boyunca Anadolu’nun, Kırım’ın, Balkanlar’ın ve Kafkasların Müslüman halkları inanılmaz yükseklikte bir ölüm oranına maruz kalmıştı. Onların kayıpları, araştırmayı daha da derinleştirmeye değerdi.”
5 MİLYONDAN FAZLA MÜSLÜMAN SÜRÜLDÜ
1821 ile 1922 arasında, 5 milyondan fazla Müslüman, topraklarından sürülüp atılmış, bu sayıdan daha fazla Müslüman, savaşlarda, sığıntı durumda açlıktan veya hastalıklardan canını yitirmiştir. Müslümanlardan topraklarını terk etmek zorunda kalanlar ve onların verdiği kayıplar göz önüne alınmaksızın gereği gibi anlaşılamaz.
McCarthy, kitabında şu tespitte bulunur: “Tarihçiler, Kongo Savaşlarında Afrikalıların ya da Afyon Savaşlarında Çinlilerin kitlesel boğazlanmalarını anmaksızın emperyalizmin tarihini yazamazlar. Böyle iken batıda, Balkanlardaki yahut Kafkasyalı, Anadolu Müslümanların çektiklerinin tarihçesi hiçbir zaman yazılmamış ve anlaşılmamıştır.”
Bu çarpıcı ifadelerin belgelerle ayrıntısı, ilgilisi ve meraklısı için bu değerli kitapta mevcuttur.
MOĞOL VAHŞETİ
Tarihte vahşetin sadece Moğollar’a ait olmadığını birkaç küçük örnekle hatırladıktan sonra, Cengizhan’ın büyük krallığına da bakmak gerekir. Dünyanın beşte birine hükmeden Cengizhan’ın fetihlerinden fazla düşmanlarına uyguladığı vahşet ve kaç kişiyi öldürdüğü daima tartışılır, hatta milyonlar rahatça telaffuz edilir.
Kurduğu korku imparatorluğu, düşmanlarına korku salmakta belki düşündüğünün ötesine geçti, belki de istediği tarihin kendisini böyle yazmasıydı. Orta Asya konusunda Türkiye’nin en yetkin isimlerinden birisi olan, aynı zamanda master danışmanım Prof. Dr. Mehmet Alpargu hocadan yıllarca aldığımız Moğol ve Orta Asya tarihi ile ilgili derslerde dinlediğimiz savaşlar ve cezalandırma yöntemlerini unutmak çok zor.
Dağınık bir yapıda, kontrolsüz boyların birbirine karışık olarak yaşadığı ve Alpargu hocamın her zaman hatırlattığı “Bozkırın kapısı yoktur” deyiminden yola çıkarak, Cengizhan’ın da burada bir otorite haline gelmek için aldığı “sert tedbirler” günümüz anlayışına göre bize doğal olarak barbarca ve acımasız gelir. İşte bu otoriteyi içerde sağlamak için yasalar çıkarmış, dışarıda gücünü kabul ettirmek içinse düşmanlarının korkulu rüyası olmuş.
Yaşamı boyunca kaç kişiyi öldürdüğü tarihçiler arasında hep tartışılan, bazılarına göre 40 milyon kişiyi, bazılarına göre dünya nüfusunun yüzde 11’ini yok ettiği iddia edilen Cengizhan, birbiriyle hiç ilgisi olmayan klanları etrafında toplayarak büyük askeri zaferlere imza atarken, geride bıraktığı her yeri yakıp yıkması ile bilindi.
KULAĞINA GÜMÜŞ DÖKÜLEREK ÖLDÜRÜLEN VALİ
Etrafına topladığı Moğol kabileleri ile kendisine bir devlet kuran Cengizhan, oğullarıyla birlikte etkili seferler yaparak ülkeleri yağmaladı, sınırlarını genişletti. Bunların hepsini acımasızca gerçekleştiren Cengizhan’ın Merv’de 1 milyon 300 bin kişiyi öldürdüğünü Tarih-i Cihangüşa yazar. Yine bu kaynağa göre Nişabur’da intikam için kediler ve köpekler dahi katledildi. Gürgenç neft ile ateşe verildi, zanaatkarlar hariç halk katledildi. Bu dönemde İslam Türk dünyasının en önemli devletlerinden birisi olan Harzemşahlar, Moğollar’la karşı karşıya gelmek istememesine rağmen, bu kaçınılmaz olmuştu.
Moğolların gücünü hafife alarak Cengizhan’ın gönderdiği elçilerin saçlarını ve yüzlerini yaktırarak gönderen Harzemşah hükümdarı Alaattin Muhammed, korkunç bir saldırıya maruz kalmış, Otrar’da Vali İnalcık, kulağına gümüş dökülerek öldürülmüştür. Hazar Denizi’ne kaçarak bir adaya sığınan Alaattin Muhammed ise burada açlıktan ölmüştü. 1224 yılında Harzemşah ülkesi artık Moğollara aitti. Semerkant da Moğol barbarlığından nasibini almış, acımasızca yağmalanmış ve taş üstünde taş kalmamıştı.
Cengizhan’ın 1227 yılında ölümünden sonra Moğol ilerleyişi devam etti ve Türkiye Selçuklu Devleti de hedefe girdi. Buradan sonrası Celaleddin Karatay’ın etkisinin olduğu yıllar ve Moğol hakimiyetini tanımalarına kadar gider, bu da ayrı bir yazı konusudur.
Bir de içerde idareyi sağlamak için koyduğu yasalar vardır ki, Moğol halkı bu yasalarla uzun yıllar yaşadılar. Cengizhan’ın devletinin yasaları bize her ne kadar tuhaf gelse de; o günün ihtiyaçları ve zaruretleri doğrultusunda oluşturulan bu yasaların tamamı Cengiz Han’ın ortaya koyduğu kurallar değil, Moğol hukuk ve törelerinin bir araya getirilmesidir. Timurlular da dahil olmak üzere, İslamiyeti seçen Moğollar bile bu yasaları uygulamışlardır.
Kurduğu devlet ve uyguladığı acımasız sistemle dünyayı kasıp kavuran Cengizhan, yasaları ile toplumda adaleti ve sükuneti, idarecilere tabiyeti sağlamayı amaçlamıştı.
Moğollar, teslim olmayanları kadın-çocuk demeden ortadan kaldırırdı. Hatta çağdaşı olan İbnü’l Esir, Hz. Adem’den beri insanlığın maruz kaldığı en büyük felaketin Moğol istilası olduğunu belirterek “Keşke annem beni doğurmasaydı da tüyler ürpertici zulüm ve katliamları görmeseydim” demiştir.
Tarihte en çok ölüm atfedilen figürlerden biri olan Cengizhan’ın öldürdüğü insan sayısı hep tartışma konusudur. Kendi adaletini sağlamak için pek çok canı aldığı doğrudur fakat, sayı tabii ki belli değildir.
Balkanlarda korkunç kıyımlara uğrayan Müslümanlar, kitleler halinde yollara düştüler, Etnik şiddete ve asimilasyona maruz kalan bu insanlar, ölüm ve sürgünün acısını en çarpıcı şekilde yaşadılar. (Atlas Dergisi)
Pekin’in kapısına dayandıktan sonra kendilerinden bekleneni yapan Moğol ordusu, Çin denizine kadar her yeri yakıp yıkmıştı.
Vakvak Ağacı, Türk, Hint, Arap ve Fars mitolojisinin ürünüdür.
Ramses’in elinde balta ile bir köleyi saçından tuttuğu fresk, o dönemde de insanların başının vurularak cezalandırıldığını gösteriyor.