Beyoğlu’nda Çiçek Arif'li yıllar
“Kapıcılar Kralı”, “Köşeyi Dönen Adam”, “Piano Piano Bacaksız”, “Maden”, “Selvi Boylum Al Yazmalım”, “Sensiz Yaşayamam” ve “Namus Borcu” filmlerinin yapımcısı, Çiçek Bar’ın (Sinema Sevenler Derneği Lokali) sahibi Arif Keskiner, “Bacı’nın meyhanesinde başlayan, Baylan’da süren, filiz veren o dostluklar, arkadaşlıklar bir sermaye olmuş. Sevilen bir adam olmuşum. Ondan çok mutluyum. Çok dostum, arkadaşım var. Kötü olmamışım bir kere.” dedi. İlk gençlik yıllarında Osmaniye'den İstanbul'a gelen, 27 yıl Beyoğlu'nda sanat ve edebiyat çevresinin nabzını tutan Keskiner, “Kominist Arif”ten “Çiçek Arif”e geçen yaşam serüvenini, Sanatçılar Köyü'ndeki evinde anlattı.
Osmaniye doğumlusunuz. Babanız nalbantmış. Onunla küçükken işlere gidermişsiniz ve aynı zamanda şiir yazar, yerel gazetelerde yayınlatırmışsınız ve paranız olmadığı için arkadaşlarınızla portakal toplayıp onları bilet almak için sinema görevlisine para niyetine verir ve filmleri izlermişsiniz. Aslında hem yokluk içinde bir dönem hem de rengarenk bir çocukluk geçirdiniz diyebilir miyiz?
- “Evet, babam nalbanttı. O dönem öyleydi. Başka yapacak bir şey yoktu yani. Param yoktu çünkü. Fakirdi herkes ya. Savaş sonrasıydı. Sinemayla da öyle bir kural ayarlamışlardı. Herkes 25 kuruşluk biletini alır girer sinemaya. Sonra en dışarıdaki bilet alamayanlar vardı. 20 kuruşlukları, arkasından 15 kuruşlukları alırlardı. Bu arada film başlamış devam ediyordur. Bizim gibi tıfıl, ufaklıklar da komşu bahçelerden güzel portakallar çalıp, gömleğimizin içine bağlardık. Kenarda dururduk, kenarda 2 küfe vardır. Herkes girdikten sonra gelin bakalım derlerdi. Portakalları gösterirdik, küfeye boşaltıp girerdik. Sinemaya ilk girişlerimiz öyle olurdu. Para olmayınca ne yapacağız?”
“1954'TE İSTANBUL'A GELDİM”
16 yaşında İstanbul’a kaçıp gelmişsiniz. İstanbul’a gelişiniz bir hayat kurmak için hem genç bir şair olarak kendinizi tanıtmak hem de okumak ve çalışmak üzerine bir yolculuğa çıkartmış sizi değil mi?
- “Evet. Yayladayken karar vermiştim. Bir sene Adana’da okumuştum. Bir arkadaşımla beraber gecekondu bodrumunda bir sene sadece zeytin-ekmek yiyerek idare ettik. İkinci sene olunca tahammülü yoktu işin. O da ablasının yanına gidiyormuş Mersin’e. Ben de dedim gideyim ablamın yanına. Kafama koydum. Ev yaylada. Zaten iki tane gömleğimiz ya var ya yok. Onları bir çıkın yaptım. İndim yayladan. Evlerde kışlık buğday vardır. Bizim böyle dedemizden kalma bir çiftliğimiz vardı. Ama oradan bize 6-7 çuval buğday verirlerdi. Biz de onu değirmene götürürüz. İşte bulgur, dövme, ekmek yapılırdı. Onunla idare ederiz. Yani hiçbir şey olmasa o yemeğimiz, pilavımız hazırdır. Çuvalın bir tanesini yarıya böldüm, tamamını kaldıramıyorum tabii. Yarısını verdim, 24 TL paramı aldım. Adana’ya gittim. Adana’dan tasdiknamemi aldım, doğru Sultanahmet Ticaret Lisesine kaydımı yaptırdım. Trene bindim. Ver elini İstanbul. 16 yaşındaydım, 1954 yılı. Öyle geldim İstanbul'a. Önce ablamlara gittim, onlarda 1 ay kadar kaldım. Sonra Levent'te tavan arası bir ev buldum. Osmaniyeli arkadaşlarımın evi vardı. Rüzgar buradan gidiyor oradan çıkıyor.
Bir de komik bir şey var, ilk bulduğum iş, yazıhanesi olmayan bir avukat. Hazine avukatıymış. Sultanahmet’te, Sirkeci’de vurmadığım kapı kalmadı. Hürriyet’in karşısında bir hana girdim. Bir kadın oturuyor, bir de yaşlı tonton, beyaz saçlı bir kadın ve yanında 5-6 yaşlarında küçük bir çocuk vardı. 'Buyurun, ne istiyorsunuz?' dedi. 'İş arıyorum. Daktilo da biliyorum.' dedim.”
“BAYLAN’DAKİ MASANIN ASIL MÜDAVİMİ ATTİLA İLHAN’DI”
O dönem, tüm sanatçıların, sinemacıların, edebiyatçıların sıklıkla gittiği Baylan Pastanesi'ne de gidiyor muydunuz?
-”Bu arada önceki işimde, adam 10 lirayı kesince, Tokatlıyan Oteli'nin köşesinde, Japon taklit Zippo çakmak da sattım. 2 liraya alıp, 2,5 liraya satıyordum. Bu arada meyhaneye gitme lüksüm de oluyordu. Sinemaları, tiyatroları kaçırmıyor, kültür sanat dergilerini okuyordum. Ben de kendimi şiir yazıyorum zannediyordum tabii. Sultanahmet’te okurken, otururken orada Ergin Günçe ile arkadaş olmuştum. Kendisi de şairdi. Bana Nazım şiirleri falan getiriyordu. Onunla beraber şiir konuşuyoruz, çalışıyoruz. Yaşar Kemal’le beni tanıştıran da o.
Bir gün İstiklal Caddesinde Senih Orkan'ı gördüm. O da Küçük Sahne'de oynuyor, tiyatroda. Gittim yanına, 'Ağabey sizinle tanışabilir miyiz?' dedim. 'Ne vardı?' dedi. Galatasaray'dan aşağıya doğru, sohbet edip, yürümeye başladık. 'Ne yapıyorsun?' dedi. 'Şiir yazıyorum.' dedim.
'Hadi gidelim.' dedi. Baro Han’ın sokağında Bacı yazan meyhaneye girdik. İlk girişte ortada yuvarlak masa var. Salih Tozan, Muazzez Arçay, Üftade Kimi, Kemal Ergüvenç oturmuş, sohbet edip, içiyorlar. Senih onlara selam verdi, öpüştü. Beni tanıştırdı. 'Adanalı genç şairlerden arkadaşımız, Arif Keskiner.' dedi. Çok heyecanlandım. İlk defa sanatçılarla tanışıyor, sohbet ediyorum. O bitti, yanda bir kapı var, sesler gürültüler geliyor. Senih, 'Oraya girelim.' dedi. Koridor halinde, dörder kişilik masalar var. Birisi saz çalıyor. Sezer Tansuğ imiş, eleştirmen. Sonradan öğreniyoruz tabii. Arkadaş olduk sonra.
Loca gibi bir köşe masa vardı, insanlar oturuyor. 'Oturabilir miyiz arkadaşlar?' dedi Senih. 'Tabii, oturun dediler.' Onu tanıyorlardı. Beni de tanıştırdı. 'Bu da Adanalı genç şairlerimizden, Arif Keskiner.' dedi. Oturduk. Yanımdaki döndü bana, 'Neresindensin Adana'nın?' dedi. 'Osmaniyeliyim.' dedim. Hemen, 'Bunlar eşkıya olur, kanlı. Geçidi tutar, geleni gideni soyarlar.' dedi. Kıpkırmızı oldum. Ne diyeceğimi şaşırdım. Demirtaş Ceyhun'muş. Sonra ölümüne kadar, benim aşk halinde sevdiğim arkadaşım oldu. Onun yanındaki, 'Şairmişsin, var mı aklında bir şiir?' dedi. 'Var.' dedim. Okudum şiiri, adamın suratı pek iyi değildi. 'Başka şiir var mı?' dedi. 'Var.' dedim, ikinci şiiri okudum. 'Kötü şiir yazıyorsun.' dedi. Şükran Kurdakul'muş meğer. Onun yanında oturan, 'Çocuğun üzerine gitme. Daha genç. Yaza yaza en iyisini yazacaktır.' dedi. O, Edip Cansever’miş. Edip'i de yanında oturan eleştirmen Fethi Naci destekledi. Masanın öte yanında köşede oturan pos bıyıklı sürekli gülen bir adam vardı, o da Yüksel Arslan. Sonradan Paris’e gitti. Das Kapital’i resimledi, çocuklar için falan. Müthiş bir adamdı o da. Onun yanında Karga Rauf vardı kısa boylu, tiyatro yapıyordu, filmlerde oynuyordu.”
Edebiyatçı yazar ve sanatçıların yani ustaların masasına düşmüşsünüz ve sizi şairlik düşlerinizden uyandırmışlar. Gerçi Edip Cansever’i de dinleyebilirdiniz, yazmaya devam ettiniz mi?
-”Yok. Yani zaman içinde, arada bir şeyler yazdım. Şiir değil, keyfe keder yaptım. Bu arada bütün sanatçıların Baylan Pastanesi'ne gittiğini öğrendim.”
Kimler vardı oraya sıklıkla giden ve sizin de tanıştığınız?
-”Oraya giden bütün sanatçılar, aklınıza kim geliyorsa, hepsi arkadaşım oldu.”
Yaşar Kemal ile Orhan Kemal var mıydı? Başka kimler vardı?
-”Baylan’daki masanın asıl müdavimi Attila İlhan’dı. Paris'ten yeni gelmişti. Biraz da sola yatkınlığım var. Attila Ağa, Paris anılarını falan anlatıyor. Sol yayınları da yok. Hapishaneden çıkan dostlarımızdan dinliyoruz, solu da. Ergin Günçe'nin getirdiği Nazım (Hikmet) şiirlerini ezberliyorum, yırtıyorum. Okula gidip, 'Babamın şiiri.' diye arkadaşlarıma okuyordum. Lisede arkadaşım Yüksel Çengel vardı. Sonra milletvekili oldu. O taktı bana 'Kominist Arif' lakabını. Neyse Fikret Hakan, Demirtaş Ceyhun, Yüksel Arslan da geliyor oraya akşamüstü. Orada konuşuluyor ve orada toplanılıp bir grup, meyhane Bacı’ya gidiliyordu.”
“BABAM HİÇ SİNEMAYA GİTMEMİŞ”
1960 yılında Nuri Ergün’ün yönettiği “Cilalı İbo Perili Köşkte” filminde, Feridun Karakaya’ya mahkeme tebligatı getirip zorla imza attıran postacı olarak, esprili bir sahnede yer aldınız. İlk beyazperdeye çıkışınız sanırım. Adana'da sinemada sizi izleyen babanız pek bir sinirlenmiş. O anınızı anlatır mısınız?
-”Atıf Ağabeyler bir ekip. Nuri Ergünler de bir ekip. Karga Rauflar da bu ekipten. 'Koca kafa Nuri' diyorlardı ona. Kemal Film’in ikinci filmleriydi. A tipi değil de B tipi filmlerini koca kafa Nuri çekiyordu. 18 yaşındayım. 'Nuri Ağabey' diyorduk biz. En küçükleri bendim. Bir gün, 'Ben hiç film çekilirken görmedim, nasıl çekiliyor?' dedim. 'Gel yarın çekime.' dedi. Kemal Film, Tepebaşı'ndan Kasımpaşa'ya inerken, solda koca bir hangardı. Hangarın ortasında lostra tezgahı, salonu kurulmuş. Nuri ağabeyin yanına gittim. Öpüştük. ‘Hoş geldin Arif, iyi ki geldin. Nubar (Terziyan) baba gel. Bu benim yakın arkadaşım Arif. Ona bir postacı elbisesi giydiriyor, getiriyorsun.' dedi. 'Ben yapamam.' dedim. Hiç aklımın ucundan geçmiyor. Sonra giydik postacı kıyafetini. İki prova, ardından çekim yapıldı. Gittik tekrar elbiselerimizi giydik. Patlarımızı sildiler. 'Ben gidiyorum Nuri Ağabey.' dedim. ‘Gitme, çok güzel talaş kebabı var. Ye gidersin.' dedi. Talaş kebabı bilmiyorum, nedir hiç görmemişim. Oturduk, yedik talaş kebabını. Hayatımda bir daha o kadar güzel talaş kebabı yemedim. Yemekten sonra Nuri, ‘Ali gel. Ağabeyinin rolü var. Parasını ver.' dedi. 50 liralık makbuz imzalattı. Paramı aldım.”
Peki ya babanızın filmi izleyince size kızması hikayesi nedir?
-”O müthiş. Babam hiç sinemaya gitmemiş. Okur yazarlığı da yok. Film Osmaniye’ye gitmiş. Nuri, espri olsun diye jeneriğe ismimi yazmış. Yayınlanıyor film. Her seans dolu. Gidiyor arkadaşlarım. Sonra babamı filme götürüyor, 'Oğlunu göstereceğiz.' diye. Babam bakıyor, bakıyor. Arkadaşlarım, 'Bak şimdi oğlun geliyor.' diyor. Babam bakıyor hakikaten oğlu. 'Bize üniversite okuyorum diyor. Oğlan gitmiş, orada postacı olmuş. Madem postacı olacaktın oğlum, Osmaniye’nin suyu mu çıktı? İstanbul’da sürünüyorsun.' demiş. Tabii biz sinemanın tozunu aldık.”
Yaşar Kemal ile tanışmanız İstanbul'da olmuş ve bu tanışma, sizi baba-oğul ilişkisi yaşayacak kadar yakınlaştırmış. Hatta o dönem kız arkadaşınızla nişanlanmanıza maddi-manevi ön ayak olmuş. Biraz anlatır mısınız ilişkinizi?
- “Ergin Günçe İstanbul Lisesi'ne gidiyordu, oradan arkadaştık. Ben Sultanahmet Ticaret Lisesine gidiyorum. İşte Nazım Hikmet hikayelerini ondan alıyorum. O da şiir yazardı. Sonra gerçekten şair oldu. Çok genç vefat etti, Allah rahmet eylesin. Uçak kazasında öldü. Bir gün, 'Sen Yaşar Kemal ile tanışıyor musun? O da Osmaniyeli.' dedi. 'Hayır tanışmıyorum ama İnce Memed kitabında benim tanıdığım insanlar var.' dedim. 'Nasıl yani?' dedi. 'Babam nalbanttı. Köy köy gidiyorduk. Oradan tanıyorum.' dedim. Ergin bu konuşmadan sonra, 'Gel gidelim, Yaşar Ağabey'i ben tanıyorum. Seni tanıştırayım.' dedi.
Cumhuriyet gazetesine gittik. Gacır gucur merdivenlerden çıktık. Yurt Haberler Servisi yazıyor. Girdik kapıdan, Yaşar Ağabey karşı köşede. Masanın üzerinde, Yurt Haberler Servisi Şefi yazıyor. Diğer tarafta Ömer Sami Coşar, daha sonra arkadaş olduk, ağabeylerimiz vardı. Yaşar Ağabey, 'Erginciğim.' diyerek sarılıp öpüştüler. 'Bu kim?’ dedi beni gösterip. Ergin, 'Ağabey, senin hemşehrin. Seninle tanıştırmaya getirdim.' dedi. Yaşar ağabey, ‘Nerelisin, kimlerdensin?' dedi. 'Osmaniyeliyim. Hösem ağalardanım.' dedim.
“AL ULAN ŞU 100 LİRAYI. GİT NİŞAN YÜZÜĞÜ AL”
Elini attı omzuma, 'Peki kimin oğlusun?' dedi. 'Nalbant Hasan'ın.' dedim. 'Ulan desene Hasan Emmimin oğlusun.' Başlangıcımız öyle başladı. Yani sonrasında ölünceye kadar çok güzel bir hukukumuz oldu.
Yıllar geçti aradan tabii. Biz Yaşar ağabeyle baba-oğul gibi olduk. Bir gün ilk eşimle İstiklal Caddesi'nde yürüyoruz. Yaşar ağabey de gazeteden çıkmış, karşımızdan geliyor. Öpüştük falan. 'Sen bu kızla evlenmedin mi hala?' dedi. Cebimde yüzük alacak para bile yok. 'Al ulan şu 100 lirayı. Git nişan yüzüğü al.' dedi. Ertesi gün yüzüğü aldık.
Nişan yapılması lazım. Nerede yapacağız? Tabii ki Lefter'in meyhanesinde olacak. Gittim Lefter'le konuştum adam başı 10 liraya anlaştım. Üst kata 33 kişi sığdırdık. Biz böylece nişanlanmış olduk. Yaşar ağabey, 'Nikah şahidin de ben olacağım.' dedi. 'Tamam ağabey.' dedim. Ev bulduk Gayrettepe'de. Yaşar ağabey de Mecidiyeköy'de oturuyordu zaten. O günü de haber verdim. Sabahleyin gittim Yaşar ağabeye. Annesi sağdı o zaman. Kahvaltı yaptık. Sonra kapıyı açarken postacı geldi, bir zarf imzalattı. Açtı ve anlamadı. Anlamazdı Yaşar ağabey öyle şeylerden. Bir banka dekontu, sanırım Merkez Bankası idi. 'Anlamadım. Sen bak anlarsın.' dedi. Baktım 1500 Sterlin gelmiş bankadan. İnce Memed'in ilk çevirisinden, ilk gelen avans.”
Hemşehriniz ve arkadaşınız Yılmaz Güney'in Atıf Yılmaz'a asistanlık yaptığı dönemde onun da desteğiyle Cilalı İbo'da oynamışsınız. Ardından hem okula gidip hem de filmlerde rol almaya ve para kazanmaya devam etmişsiniz değil mi?
-”Evet, Yılmaz başrol oynadıktan sonra bir daha başrol alamadı. Onun için de Atıf ağabeyle çalışmaya başladı. Senaryoya katılmasıyla başladı zaten ilk Yaşar ağabeyin hikayesiyle. Sonra da Yılmaz, Atıf ağabeyin oğlu gibi oldu.
Atıf ağabeyin kızı Kezban Arca Batıbeki kocaman kadın oldu, o zaman yeni doğmuş, Yılmaz ona da bakıyordu, Atıf ağabeyin yanında. İkinci filmde, Yaşar ağabey senaryo yazıyor, Erman Film'den çekiliyordu. Sözleşmeye göre, oynayacak oyuncuya Yaşar ağabey karar verecek. Yılmaz da bunu biliyor. Yaşar ağabeye, 'Yaşar ağabey, o aradığınız adam benim. Onu ben oynarım.' diyor. 'Sahi lan, benim de düşündüğüm senin gibi bir adamdı.' diyor. Atıf ağabeyi arıyor, 'Yılmaz oynayacak bu rolü.' diyor. Atıf ağabey, 'Yapma, işimizden gücümüzden oluruz. Küçük bir rol oynattık. Filmde başrol oynatamayız.' diyor. 'Hayır, o başrolü oynayacak. Benim düşündüğüm adam o.' diyor. Atıf ağabey, 'Peki' diyor. Çünkü karar veren Yaşar ağabey. Erman Film'de işletmeye bakan Hürrem beye çıkıyorlar. Hürrem Bey diyor ki, 'Ben karışmam. Ben sonuca bakarım.’ Yılmaz öylece başrol oynamış oldu. Fakat ondan sonra durdu. Sonra Atıf ağabeyin asistanı olarak devam etti.”
“UMUT'U VALİZLE CANNES'A GÖTÜRDÜM”
Haber için Cannes Film Festivali'ne gideceğiniz zaman Yılmaz Güney'in “Umut” filmini festivale siz sunmuşsunuz. Cannes'da yaşadıklarınız sebebiyle gerçekten sinemacı olmaya o zaman mı karar verdiniz?
-”Evet. Kardeşim, Yılmaz ile çalışıyordu. 6 sene çalıştılar. Ben, o arada Günaydın'a, Saklambaç'a bağlı magazin haberleri de yapıyorum. Cannes Film Festivali'ne gideceğim. Hürriyet Haber Ajansının müdürü Erdoğan arkadaşım. Onlar da duydu, 'Madem gidiyorsun, bize de haber yap.' dedi. Ses, Hayat, Hürriyet, Saklambaç, Günaydın hepsi bana bağlandı. Yılmaz da duymuş gideceğimi. Kardeşim dedi ki, 'Yılmaz ağabey seninle görüşme istiyor.' Dedim, görüşelim. Levent’te oturuyor. Buluştuk evde. Yılmaz, 'Biz bu filmi götüreceğiz, Cannes'a seçildi.' dedi. Quinzaine des Réalizateurs diye bir bölüm var Cannes Film Festivali'nde. İyi sinemacıların yaptığı ve festival içinde başka bir festival, ciddiye alınan bir olay. Öbürüne ticari diye bakılıyor. Dedi ki, ‘Biz bu filmi gönderemiyoruz. Quinzaine des Réalizateurs'e seçildi. Sen bilirsin bu işleri, nasıl yaparız?’ Araştırdım 'Mümkün değil gitmez.' dediler. Devletin hiçbir kademesinde izin verilmiyor 'Umut' filminin gitmesine. En son bir yemek yiyoruz, 'Ben valize koyar götürürüm.' dedim. 'Olur mu?' dedi. 'Ben gidiyorum. Olursa olur, olmazsa olmaz.' dedim.
Kardeşime, 'Ağabeyine 3 bin lira ver, lazım olur.' dedi. İki tane ağır kaseti valize yerleştirdik. Kardeşim aldı beni giderken Yeşilköy’de bir konakta çekim yapıyorlardı. Helalleşmeye gittik, öpüştük ayrıldık. Kardeşim beni eski Yeşilköy havaalanına bıraktı. Bir hamal vardı. Ben hamala, 'Ben işlerimi yaparken, sen bu valizleri içeriye gönderirsen sana 500 lira.' dedim. 'Tamam ağabey, hiç merak etme.' dedi. Ben check-in falan yaptırdım, biletimi aldım yürüyorum. Hamal geldi verdim 500 lirasını. Şimdi gel seninle bir anlaşma daha yapalım. Ben şimdi aşağıya iniyorum, yarım saat sonra kalkacak uçak. Ben valizlerin uçağa bindiğini göreyim sana bin lira daha vereceğim.' dedim. 'Tamam ağabey.' dedi. Aşağı indik, cam kapılar açıldı. Herkes uçağa gidiyor. Hamal yanımda bitti, 'Bak ağabey, senin valizler römorkun en üstünde duruyor, uçağa yaklaştı.' dedi. Ben bin lirayı verdim. Tam uçağa bineceğim, 'Ağabey' diye bir ses. Yılmaz’ın sesi. Eski filmlerde olur ya, uçağa binmeden terasta yolcuya el sallarlar. Baktım Yılmaz en başta ve bütün ekip, figüranlara kadar orada. Bindim uçağa.
Paris'te arkadaşım bekliyordu daha önce haber vermiştim. Arabayla beni aldı, gittik kasetleri festival komitesine teslim ettik. Bu bir şey değil aslında. Yılmaz 'Gittiğinde Abidin (Dino) ağabeye de uğra, haber ver.' demişti. Gittim evine, tanıştık, sonradan ağabeyim oldu. Ailesiyle birlikte, çok güzel bir insandı. Tuncel Kurtiz de geldi İsviçre üzerinden yani Yunanistan üzerinden arabayla geldi. Bir gün önce de Ajda Pekkan'ın fotoğraflarını çektik ve 'Umut'un galası var, mutlaka gelin.' diye davet ettim. Cannes'da bir barda oturuyoruz, bir adam geldi, 'Burada hiç Türk var mı?' dedi. 'Var, ne oldu kardeşim?' dedik. 'Bu akşam Türk filmi var. Onun kısımları karışmış. Ben bağlayamıyorum. Sinemanın makinistiyim.' dedi. Gittik Tuncel'le. Başı mı, sonu mu onu da bilmiyoruz filmin makaralarının. Ben, 'Tuncel kaç kere eşeğin üzerindeydin sen?' diyorum. Ben 5 kere filmi görmüşüm ama Allah'tan Tuncel oynadı filmde. Cevap veriyor, 'Bu 3. olabilir, bu 6. olabilir.' 5 saatte bağladık. Çıktık duşumuzu aldık. Giderken de Yılmaz’ın beyaz smokini vardı, 'Al bunu giy.' demişti. Kendime uygun yaptırmıştım, galada giymek için. Ajda’lar geldi. Tuncel'e 'Ben balkondayım, sen aşağıda ol. Ben buradakileri sen aşağıdakileri say.' dedim. Çünkü festivalde böyle bir şey var. 3-5 dakika seyrediyorsun, sarmazsa öbür salona gidiyorsun. Hiç çıkan olmadı. Film bitince 10 dakika alkışlandı. Müthiş bir şeydi. Tuncelle birbirimize sarılıp hüngür hüngür ağladık. Ben dönünce sinemacı olacağım dedim.'
Kemal Sunal, Kapıcılar Kralı için Ertem Eğilmez’den izin almanızı istemiş. Ertem Eğilmez ise Umur Bugay’a yazdırdığınız Kapıcılar Kralı’nı hiç beğenmemiş.
Arif Keskiner: “Evet doğru, 'Bundan bir şey olmaz.’ dedi. Senaryoyu onaylaması lazımdı Ertem’in. 'Bakarım, okurum, beğenirsem izin veririm.' dedi. Böyle bir hukukumuz var. Babıali'den geliyoruz ikimiz de. 'Olur ağabey.' dedim. Senaryo bitti, ekibi de kurdum, oyuncuları belirledim. Son günü senaryoyu masaya koydum, her şey bitti, başlayacağız.' dedim. 'Kapıcılar Kralıymış. Bundan bir şey olmaz kardeşim. Ne yaparsan yap.' dedi. Ertesi gün ekip hazır, başladık, bitirdik. Hakikaten çok güzel bir filmdi, çok değişik bir işti.”
“BİN TANE KIPKIRMIZI YAZMA YAPTIRMIŞTIM, GELİNCİK TARLASI GİBİYDİ SİNEMANIN İÇİ”
Selvi Boylum Al Yazmalım eserinin sahibi Cengiz Aytmatov ile yazışmaları ilk siz yapmışsınız. 1977 yılında Taşkent Film Festivali'nde Türkan Şoray ile “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü kazandığında, ekip olarak Kırgızistan’a gittiğinizde Cengiz Aytmatov filmi ilk kez izlemiş ve çok beğenmiş.
- “Evet, ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’da Türkan Hanım'a Taşkent Festivali’nde Oyuncular Birliği ödülü verdiler. Bin tane kıpkırmızı yazma yaptırmıştım. Kapalıçarşı'da yazma bırakmadım. Kenarları pullu, oyalı, kırmızı yazmalardı. Açılış bizim filmle yapıldı. Türkan Hanım yoktu, ama Kadir (İnanır) vardı. Gelincik tarlası gibiydi sinemanın içi. Herkes başına bağlamıştı yazmaları. Türkan Hanım da 2 gün sonra geldi.
Ben soruşturuyorum, Cengiz yok ortalıkta. Bir akşam yemekte 2 adam geldi, ‘Arif bey biz Cengiz Aytmatov’un elçileriyiz. Ben Sinema Bakanı'yım, arkadaşım Kültür Bakanı. Sizi davet ediyoruz Kırgızistan'a.' dedi. Bir gün boşluk vardı, filmi de aldılar, gittik. Müthiş karşılama, havaalanında başladı. 15 çocuk koşturarak uçağa doğru geliyor, arkada 300 kişi var. Sanatçı, oyuncu, müzisyen, tiyatrocular ve en arkada da bakanlar kurulu, hükümet erkanı var. Çiçekler attı çocuklar. Büyük salonda şampanyalı hoş geldin karşılaması yaptılar.
Sinemacılar Birliği Başkanı dedi ki, 'Ne oldu ya size? Gittiniz atlarla, geldiniz uçaklarla. Gözleriniz çekikti bizimki gibi, şimdi olmuş yusyuvarlak.' 'Biz çok karıştık.' dedim. Filmin gösterimi var. Sinemalar 500 kişi ama dışarıda bin kişi falan var. İçeride Cengiz konuştu, Sinema daire başkanı konuştu. Ben heyecandan gebereceğim. Cengiz ne diyecek? Filme nasıl bakacak? Uluslararası ünlü bir yazarın hikayesinden film yapacaksın, müthiş bir sorumluluk. Çıldırıyorum, film başladı. 10 dakika seyrettim çıktım salondan. Film bitti Cengiz geldi, ‘Gel seni bir öpeyim. Eline sağlık çok güzel olmuş.’ dedi. Dünyalar benim oldu. Hayatımda bu kadar mutlu olamam. Onun takdirinden dolayı. Ertesi gün sabah bir film seyretmek istedik. Türkan Hanım, 'Beni de uyandırın.' demişti. Cengiz’in bir başka hikayesinden alınmış bir film vardı, onu izledik. Sonra bizi aldılar Trans-İli Ala Dağları’nın tepesine. At sürüleri, vadiler ve keçe çadırlarının içine.”
“AKM, TÜRKİYE VE İSTANBUL İÇİN KAZANÇ”
1985 yılında valiliğin özel izniyle Sinema Sevenler Derneği lokali adı ile Çiçek Bar’ı açtınız. Burayı sanat, edebiyat, iş dünyası ve sinemacıların, tiyatrocuların müdavimi olduğu bir yer haline getirdiniz.
-”Bu başlangıçta anlattığımız, Bacı’nın meyhanesinde başlayan, Baylan’da süren, filiz veren o dostluklar, arkadaşlıklar bir sermaye olmuş. Sevilen bir adam olmuşum. Ondan çok mutluyum. Çok dostum, arkadaşım var. Kötü olmamışım bir kere. O yüzden barı açarken de içimde bir rahatlığım vardı. İş yapacağına inanıyordum. Bu tarz barın işletme şeklini biliyordum. Kimi ararsanız oradaydı her gün. Dolup dolup boşalıyordu. İnsanlar orada birbiriyle konuşuyor, problemlerini çözüyor, filmlerini konuşuyor, sergiden çıkıp senaryolarını tartışıyorlar. Resim sergisinden çıkıp oraya geliyorlar falan. Özellikle de kadınlar. Onun altını çizmem lazım. Öncelikle kadınlara ait bir yer olması lazım diye düşündük. Öyle de yaptım. Tek başına bir kadın geliyor, yemeğini yiyor, içkisini içiyor ve bir saatte gidecek. Oradaki şoförlerin hepsine söylüyoruz, 'Bir kadın binecek, evine gidecek. Kapısını açacak, evine girene kadar durup, öyle döneceksiniz.' diye. O güveni veriyorduk. 2- 3 kadının yanına 2 erkek de oturuyor birbirlerini tanıyan. Ama garip karşılanan bir şey yok. Bir dostluk, muhabbet ortamı oluşuyordu. Güzel bir yerdi. Ama biz yorulduk ortağım Azmi’yle beraber.”
AKM’nin tekrar görkemli bir şekilde açılması, birçok sanat mekanında yurt dışından da gelen projelere ev sahipliği yaparak kültür sanatın nabzının hala Beyoğlu’nda tutuluyor olması hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir zamanlar siz çok dolaşırdınız tüm sanat merkezlerini değil mi?
-”Şunu söylemek gerekir ki, öncelikle çok güzel bir yer olduğu kesin. İçeriye girmedim görmedim ama resim olarak öyle. Gitmiyorum o tarafa toplantılara, ayaklarımın ağrısından ama Türkiye ve İstanbul için kazanç AKM’nin yapılmış olması. Çünkü eski halini çok iyi biliyorum. Farelerin dolaştığı yerdi. Neyse yani İstanbul’a kazandırılmış güzel bir şey. Beyoğlu’nun Beyoğlu olması, Fikret (Adil ) ağabeyin kitabında da var ‘Asmalımescit 74’ falan, eğlencenin nasıl başladığı, nasıl devam ettiği Beyoğlu’nda, yazıyor. Ama Beyoğlu Avrupalı bir Beyoğlu, yani Türklerle ilgili değil. Fransızlar, İngilizler var. Yani Cenevizlilerden gelen bir Beyoğlu. Bütün eğlence yerleri hikayesinde Avrupa’nın en kral orkestraları, operaları geliyor. İstanbul öyle İstanbul oldu aslında. Onun için bence o güzel günler kendine göre düzelir.”
Şimdi kendi eserlerimizin sergilenmesinin yanı sıra AKM’ye yurt dışından gelen Londra Filarmoni Orkestrası, Chris Botti konserleri ile ayrıca Galataport’un yeni hali, İstanbul Modern Sanatlar Müzesi, Haliç’ten yukarıya Galata Kulesi, Galata Mevlevihanesi, Sinema Müzesi, AKM’ye kadar olan kültür yolu projeleriyle Beyoğlu dediğiniz gibi bir sanat merkezi haline geliyor sanırım?
- “Doğru. Çok kıymete bindi Karaköy ve çevresi. Çok güzel restoranlar falan yapıldı, yapılıyor. Galataport’un içinde de çok güzel şeyler olacaktır.”
“MERAL, YA BÜTÜN GECE TELEFONU KAPATTIK SENİNLE İLGİLİ ŞARKI YAPTIK DEDİ”
‘Yine mi Çiçek’ şarkısı sizin için Meral Okay tarafından yazıldı, Ara Dinkjian tarafından bestelendi ve Sezen Aksu tarafından da yorumlandı. Sizin hep ‘Çiçek gibiyim’ tanımlamanız, bu güzel eseri müzikseverlere ve dolayısıyla size armağan etmiş. Adına şarkı yapılan bir isim olmak nasıl bir duygu?
-”Valla Bodrum’daydım. Kış günü bir gece, iki kız arkadaşımız bir bar çalıştırıyordu, birkaç kişi var Bodrum’da, fazla kimse yok. Onlar beni tanırmış. Bir tanesi ‘Bir arkadaşımız var Sezen’in sokağında büyümüş, mimar ama müzik de yapıyor. Sezen Aksu’ya ulaşmaya çalışıyor, ulaşamıyor. Siz yapar mısınız?’ dedi. Ben 'Bakarım, yaparım' dedim. Sezen’i aradım açmadı, Meral’i aradım o da cevap vermedi. Ertesi gün o adamın karısı ressammış, çok ısrar etti, onu ziyarete giderken telefonum çaldı. Meral telefonda. ‘Neredesiniz? Bütün gece sizi aradım.’ dedim. ‘Ya bütün gece telefonu kapattık seninle ilgili şarkı yaptık.’ dedi. Ben de öyle duydum ilk defa. Sonra öğrendik Arif’i. ‘Yine mi güzeliz? Yine mi Çiçek?’ diye. Ben de o sıra kitabımın ismini yaptım.”
Çiçek gibi, Yine mi Çiçek, Elbette Çiçek ve Binbir Renk ve Binbir çiçek Yaşar Kemal’li Anılar kitapları ve Melih Güneş’le Nazım’ın Evinde Vera’nın sofrasında kitabınızla 2016'da Nazım Hikmet Araştırma Ödülünü aldınız. Beyoğlu ile ilgili bir kitap yazma projeniz vardı. O ne durumda?
- “Valla bu hastalıklar bizi perişan ettiği için yeni başladım. Birkaç defa başlamıştım ama şimdi kesin çalışmaya başladım.”
Rahmetli Tarık Akan yakın dostunuzdu. Onun sinematografik olarak değişim dönemini en yakın bilenlerdensiniz. Maden filmini birlikte çektiniz ve rollerindeki değişimine tanık oldunuz. Tarık Akan ile ilgili duygularınızı alabilir miyim?
- “Maden’le başladık. Çok temiz ve insanlara sevgiyle bakan bir adamdı. Ama öyle gözükmezdi. Mesela insanlar bu tarafını bilmez; müthiş müzik aşığı bir adamdı. Sırf bale, opera seyretmek için kimseye çaktırmadan biner, Avrupa’ya giderdi. İnce, temiz tarafı, çocuksu bir hali vardı Tarık’ın. Güzel insandı, erken gitti ya. Cimri de derlerdi ama çok bonkördü. Daha kışın ortasından bize kılıç balıkları alır, buzluğa koyarlardı Bodrum’da. Yazın bütün arkadaşlarını götürür orada balık yedirirdi. Sonradan o değişti dil balığına döndü. Bu sefer de balıklar buraya Çiçek Bar’a gelmeye başladı. 60 tane dil balığı, herkese birer tane. Yesinler diye. Öyle herkesi mutlu etmeye çalışırdı. Müthiş bir Nazım (Hikmet) hayranıydı. Vakıfta da her şeyi yaptı, parasal olarak da destekledi.”AA
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.