Baha Durmaz

Baha Durmaz

Madalyonun Öteki Yüzü

Madalyonun Öteki Yüzü

Osmanlı Devleti, tarih boyunca kurulan Türk devletleri içerisinde bilinen en uzun soluklu devletti. Toplum hafızamızda sürekli meydana gelen eski-yeni tartışmasının ve toplumun genel manada gelişme gösterememesinin sebeplerinden biri ise geçmişte yapılan hataların net bir şekilde değerlendirilmemesi oldu. Daha önceki yazdığım onlarca yazıda Osmanlı Devleti’nin genel manada olumlu özelliklerinden bahsetmiştim. Bugün biraz madalyonun öteki yüzüne değineceğim. Bugün madalyonun öteki yüzünü görmeye çalışacağız!

              Osmanlı Devleti bilindiği gibi daha önceki Türk devletleri gibi merkeziyetçi ve fetihçi politikayı temele alan bir yapıya sahipti. Kurulduğu çağlarda içinde bulunduğu coğrafyadaki tüm belirsizliklere rağmen, rasyonel bir politika ile güçlenerek büyümeye başladı. Kısa süre içerisinde topraklarını genişletmeyi bildi. Hakimiyet hedeflerinin olduğu topraklarda, güçlü devletlerin olmaması, bu devletlerin toplumsal problemleri çözememesi, teknolojik manada geride kalmaları Osmanlı Devleti’ni bir cihan devleti haline getirdi. Kenara sıkışan batı toplumu bu noktada uzun süre sürecek olan yenileşme hareketine başladı. Önce, kendi dini kurumlarıyla mücadele etmeye başladılar. Bu mücadelenin temelinde aslında biraz da Kilise kurumunun üst düzey zenginliği ve halkın fakirliği söz konusuydu. Orta Çağ Avrupası için gelişebilmenin tek yolu, onları kısıtlayan, her türlü gelişmeyi yasaklayan ve ekonomik refahın oluşmamasının sebebi olan Katolik Kilisesinin bu sürecin dışında bırakılması olmalıydı. Avrupa, Reform hareketinden önce ise ekonomik atılımları gerçekleştirmek, kendi yaşam alanlarını daha da genişletmek maksatlı coğrafi keşif hareketine başladı. Bütün bu olaylar yaşanırken bizim cenahta önde olmanın verdiği anlamsız bir hareketsizlik başlamıştı. Biraz daha kaba tabirle, güç zehirlenmesi meydana geldi. Peşi sıra batı medeniyeti bir bir prangalarından kurtulmaya ve yeni dünyaları tanımaya başladıktan sonra ekonomik ve bilimsel gelişmelerde çok hızlı bir şekilde hayat buldu. İşte burada bir kırılma anı ortaya çıktı.

“Merkeziyetçi yapının ilgisizliği ve toplumsal entelektüelliğin zayıflığı.”

            Osmanlı toplumu, özellikle Anadolu’daki yönetilen halk kendi kalıp yargılarının dışına çıkamayacak bir seviyede kalmıştı. Entelektüelliğin başlıca şartlarından olan ekonomik refahtan yoksun kalan toplum kendini geliştirmeyi başaramazdı. Başarabilmesi için devletin ekonomik modelinin ve eğitim düzeyinin değişmesi gerekirdi. Osmanlı Devleti’nin halkın iaşe ihtiyacını karşılamak, mal kıtlığına imkân vermemek çok önemliydi. Başlarda çok iyi giden bu model özellikle yaşanılan başarısız savaşlar sonucunda Anadolu’da büyük bir kıyametin kopmasına sebep oldu. Anadolu halkı onca savaşın ardında gün gün erimeye başladı. Artan vergiler, yiten canlar bunların cabası oldu. Provizyonizm yani iaşeci bir anlayışın temelinde bulunan kendine yeten ekonominin temelleri sarsılmaya başladı. O temeller sarsılınca ihtiyaçlar artık ithal edilmeye başlanacaktı. Bunun yanı sıra Coğrafi keşiflerle önemini yitiren Akdeniz limanları devletin gelir kaynaklarının da azalmasına sebebiyet verdi. Devlet ekonomik yapısını kurtarabilmek maksatlı Batı devletlerine çeşitli ticari imtiyazlar vermeyi kabul etti. İmtiyazı alan Avrupalı tüccarlar zamanla daha fazla ihracat ürünlerini Osmanlı topraklarına sokmaya başladı. Avrupa’da yaygınlaşan merkantilizm yani ithalatın yerini ihracata bırakması batılı tüccarların amansız hırsına, o hırsta Osmanlı ülkesinin ekonomik manada Avrupalılar tarafından kontrol edilmesine kadar geldi. Artan ticari faaliyetler ve yeni keşfedilen yerlerdeki kaynakların batı tarafından sömürülmesi sermaye bolluğunu beraberinde getirdi.

            Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Avrupa temellerinde Rönesans ve Reform ile entelektüel seviyesini zaten önemli ölçüde artırmayı başarmıştı. Sermayenin de bolluğu onların bilimsel manada da yenilikleri ortaya çıkarmasına sebebiyet verdi. Sadece bu durumlar bile Osmanlı Devleti’nin neden geride kaldığına önemli deliller olarak sayılabilir. Fakat tam manasıyla yeterli olduğunu söyleyemem. Çünkü toplumun güçlenmesi devletinde güçlenmesine sebep olmaktadır. Bizim tarihimizde genel manada devlet güçlü olursa toplum güçlü olur algısı bulunmaktadır. Halbuki Avrupalılar tam tersi istikamette, bu tezi toplumun gelişmesiyle çürüttüler. Toplumu geliştirebilmenin en temel yollarından biri de şüphesiz eğitimin, merkezden en ücra vilayetlere kadar ulaşabilmesiydi. Fakat bu noktada yaygınlaşan bir eğitim ağını ne yazık ki kurma noktasında çok geç kaldık. Eğitimin gelişmediği toplumlarda devletlerin de bir yere kadar ilerleyebileceğini, sonrasında bu ilerlemenin ters yönde seyredileceği bir gerçektir. Yani tek başına ekonomik refahta toplumu ileriye taşıyan bir etken olmamaktadır. Tam olarak bugünkü petrol zengini ülkeleri buna örnek olarak gösterebiliriz. Bunun yanı sıra sembolik olarak söylenen matbaanın ülkeye geç girmesi, bilimsel faaliyetlerin ve bilim insanlarının toplum nezdinde eskisi kadar itibar görmemesi, kriz anında yol gösterici olacak olan aydın kişilerin gün yüzüne çıkmasını engelledi. Osmanlı ülkesi kriz anlarında sadece yöneten sınıfın içinde yetişmiş belli sayıdaki padişah ve üst düzey yöneticinin dönemlik projeleriyle ayakta durabildi. Bütün bu olumsuzlukların yanına emperyalist saldırıları da eklediğimizde maalesef devletin artık ayakta kalma şansı kalmamıştı. Nitekim bütün negatif duruma rağmen son yüzyıllarda Avrupa’yı gözlemleyen aydın sınıfın ortaya çıkması, bu sınıfın yaptıkları çalışmalarda modern dünya sistemini yakından takip etmesi, I. Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı Devleti’nin yerini Türkiye Cumhuriyeti devletine bırakmasına sebep oldu.

            Osmanlı Devleti’nin özellikle Fatih Sultan Mehmet dönemi sonrasında kendi içinden önemli bilim insanlarını çıkartamaması, yenilikçi ekonomik sistemlere ayak uyduramamasını düşünürsek ve aynı dönemlerde Avrupa’da birçok bilim insanının, sanatçının, yazarın yetişmesi toplumsal ve yapısal manada geride kalmamızın en net sonucudur. Madalyonun öteki yüzüne gelecek olursak, toplumun ve devletin yükselebilmesinin en temel ölçütleri, yenilikçi eğitim anlayışı, modern ekonomik sistem ve toplumsal entelektüelliktir. İşte yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosunun hedeflediği saç ayaklarından üçü buydu! Ülkenin dört bir yanında başlayan eğitim seferberliği, Anadolu coğrafyasında kurulan onlarca fabrika, yerli üretim hamleleri ve cehalete açılan savaş!

            Son yüz yılda girdiği neredeyse her savaşı kaybetmiş, ekonomisi rehin alınmış ve en acısı da bin yıl öncesinde geldiği toprakları emperyalistler tarafından masa başında bölüşülmüş bir milletin yeniden ayağa kalkışı, şüphesiz umutların hiçbir zaman bitmeyeceğinin de bir göstergesidir. Lakin liyakatle yetişmiş kadroları her daim bulabilmek epey meşakkatlidir!

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Baha Durmaz Arşivi