Tebrizli Şems ile Muhammed Celaleddin
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Konya’ya yerleştikten sonra tahsilini tamamlamak için Halep ve Şam’a gider. Takriben otuz yaşlarındadır. Günler günleri kovalarken bir gün Şam’ın kalabalık çarşısından geçerken diğerlerinden daha farklı bir giyim kuşamı olan bir kişi:
“–Ver elini öpeyim, ey âlemlerin sarrafı!” derken Celâleddîn-i Rûmî’nin ellerine yapışır ve heyecanla öper. Sonra birdenbire kalabalığın içinde kayboluverir. Celâleddîn-i Rûmî, ansızın gerçekleşen bu hadise karşısında son derece şaşırır. “Bu ne iştir?” diye hayretler içinde kalır. Esrârengiz ve garip hüviyetli kişi, kendisi için âdetâ bir muammâ olur. Celâleddîn-i Rûmî, seneler sonra Konya’daki medresesinde; dersten çıkıp talebeleriyle sohbet etmekteyken, daha evvel Şam’da elini öperek kendisini hayrette bırakan kimse ile tekrar karşılaşır. Bu şahıs Tebrizli Şems’tir. O da Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbetine dâhil olur.
HZ. ŞEMS'TEN GARİP BİR SORU
Garip bir heyecanla şu acâyip suâli sorar:
“–Bâyezîd-i Bistâmî mi, yoksa Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mi daha büyüktür?”
Mevlânâ dehşete kapılır ve:
“–Bu nasıl suâl? Hiç âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan yüce bir peygamberle, bütün sermâyesi O’na tâbîlik olan bir velî mukâyese edilir mi?” diye hiddetle bağırır. Tebrizli Şems, sükûnetini hiç bozmadan suâlini şu şekilde açıklar:
“–Öyleyse, neden Bâyezîd, Rabb’inden cehenneme konulmasını ve vücûdunun orada, başka hiçbir mücrime yer kalmayacak derecede büyütülmesini taleb ettiği, lâkin küçük bir ilâhî tecellî karşısında da; «Şânım ne yücedir! Kendimi tesbîh ederim!» dediği hâlde; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sayısız tecellîlere rağmen büyük bir mahviyet içerisinde bulunuyor ve nâil olduğu nîmetlerle yetinmeyerek Rabb’inden hâlâ istiyor, istiyor, boyuna istiyordu?” der.
Bu îzâhat, Mevlânâ’yı sırf aklın aydınlattığı zâhir ilmin hudûduna getirip dayar. Bu noktada kalarak suâle cevap vermek mümkün değildir. Şems, hâl silâhıyla onu bu noktadan ileriye iter. İlerisi uçsuz bucaksız bir alemdir. Böylece Şems, muhâtabını, onda mevcûd olduğu hâlde habersiz bulunduğu mânevî bir iklîmin ufkuna doğru şimşek süratiyle bir keşif seyahatine çıkarmış olur.
Bu ânî gelişmenin tesiri ile Mevlânâ, daha evvel ezberlemiş bulunduğu zâhirî ilmin mütâlaalarından birini serfediyormuşçasına kolaylıkla şu cevâbı verir:
“–Bâyezîd’in; «Şânım ne yücedir; kendimi tesbîh ederim! Ben sultanların sultânıyım!..» sözü bir işbâ (doymuşluk) hâlinin ifâdesidir. Yâni, onun mânevî susuzluğu, küçük bir tecellî ile giderilmiş oldu. Rûhu artık talepsiz bir hâle geldi. Sekre sürüklendi. Okyanusun hacmi sonsuzdu, lâkin onun istiâbı bu kadardı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, sırrına mazhar olmuştu. Tecellîler, kendisini her taraftan kuşattı. Kâinat kadar geniş olan sadrı, bir türlü kanmıyordu. Susadıkça susuyor, içtikçe de susuzluğu artıyordu. Her an bir hâlden diğer bir hâle yükseliyor ve her yükselişte de bir önceki hâline tevbe ediyordu. Nitekim: «Ben günde yetmiş defâ tevbe ederim!» buyurmuşlardır. Zîrâ O, yüce Mevlâ’sına her an daha yakınlık istiyordu. Çünkü iştiyâkı sonsuz, kul ile Rab arasındaki mesâfe ise sonsuz kere sonsuzdu. Bu sebeple birçok kereler: «Yâ Rabbî, Sen’i gereği gibi ve lâyık olduğun vechile tanıyamadım. Sana hakkıyla kulluk yapamadım.» diye ilticâ ve tazarrûda bulunuyordu.”
HAMDIM, PİŞTİM, YANDIM
Şems’in vazîfesi, muhâtabının idrâkini, kalbî derinliğini, zâhirî ilimle ulaşılamayacak olan işte bu mertebeye yükseltmekti. Bunun için, aldığı cevapla ulvî gâyeye ulaşmış insanların büyük coşkunluğunu hissederek bir neşe çığlığı atar. Kendinden geçer. Böylece bu iki mâneviyat yıldızının arasında hayat boyu devam edecek olan nûrânî bir şerâre vücûda gelmiş olur. Bundan sonra Mevlânâ’nin rûhunda meknûz olan mânevî okyanus, dâimî bir sûrette dalgalanmaya başlar. O anda sanki bir kibrit çakılmışçasına Mevlânâ’nın gönlü, bir petrol denizi gibi alev alır. Tebrizli Şems, Mevlânâ’nın gönlünü böylece ateşlemiş olur, fakat öyle bir infilâk karşısında kalır ki, onun alevleri içinde kendisi de yanar. Artık idrâkler ve nasipler aynîleşir. Tebrizli Şems’in me’mûriyeti de, bu mânâ okyanusunu tutuşturmaktır. Bu hâdiseden sonra, daha evvel tamâmıyla zühdî bir ibâdet hayâtı içinde sâkin bir müderris olan Mevlânâ’nın, birdenbire içi içine sığmayarak samimî ve coşkun bir heyecan iklîminde yaşadığını görürüz. Nitekim Mevlânâ -kuddise sirruh- aşk, vecd ve istiğrak dolu hayâtını üç kelime ile ve üç merhale olarak şöyle ifâde eder:
“Hamdım, piştim, yandım.”
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su, Erkam Yayınları
Ayrıca https://www.islamveihsan.com/ sitesinden alıntılar yapılmıştır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.