Bir ömür Çaybaşı
Karaköse’den trene malları yükledik iki günde Kaşınhanı İstasyonu’na geldik diye bir başladımı anlatmaya Hacı Mustafa; dinleyenlerin ağzı açık kalırdı. İçinde yalan, riya olmayan samimi anlatımından mıdır, mallar ile aynı vagonda yaptıkları yolculuğu “onların sıcaklığından mıdır nedir hiç üşümedik” diyerek sıcaklığı üretenin aslında taze taze çıkan gübreler olduğunu gülerek itiraf etmesinden midir bilinmez ama Kaşınhanı’nda indirilen büyükbaş hayvanların yürüyerek Konya’ya getirilişinin önceki yolculuktan çok daha sıkıntılı çok daha çileli olduğu hususunda hemfikir olurdu dinleyenler.
.....
Karadenizli nenenin dediği gibi yaşı yüze on kala, düne ait olanları çoktan unutmuş hali ile ahiret yolculuğuna ramak kalmış onu bile tanımaz olmuş babasına haftalık banyosunu yaptırıp kişisel ihtiyaçlarını görmüş giydirip kuşatıp köşesine oturtmuştu. Camın önüne oturdu ve bir yandan sakalını bıyığını düzeltirken bir yandan da beş yaşından beri yaşadığı sokağından gelip geçenleri seyretmeye başlamıştı. Aklının erdiği ilk zamanlar kerpiç evde sonraları günün şartlarına göre yenilenmiş mekanlarda ama hep aynı mahallede yaşamayı nasip etmişti Cenab-ı Allah. Bir yandan da anlatıyordu. Defalarca dinlemişti anlatılanlar o hatıraları ama anlatanın tatlı dili mi dinleyenlerin keyfi mi bilinmez her tekrarda aynı keyif alınır, ilk kez konuşulurcasına muhabbet kurulurdu.
.....
Ertesi gün yine Kaşınhanı İstasyonu’nda Karaköse’den gelecek olan babaları karşılanacak ve ailenin geçim kaynağı olarak bir süre beslenip pazarda satılacak kurbanlıklar sürülüp getirilerek ahıra çekilecekti. Gurbetten babası gelecek her çocuk gibi onlar da biraz sevinç biraz heyecan dolu Çaybaşı Camisi’nin önünde akranları ile toplanmış aşık oynarken mahallenin büyükleri çarşıdan pazardan dönüyor ya da bağda bahçede işlerini toparlayıp akşam namazına hazırlık yapıyorlardı. Yanında olduğunda kendisinde bir ayrı güç hissettiği Bulgur Tekkesi’nde hafızlığa giden ağası da gelip aralarına katılmıştı. Gözü karalığı, çevikliği, güzel sesi, Kuran eğitiminde hızlı ilerleyişi ile göze batan ağası birdenbire “bugün akşam ezanını ben okuyacağım” deyiverdi. Çaybaşı Cami imamı Hafız Amca’nın takdirini kazanmak için midir bilinmez ama o günlerde mahallenin yeni yetmeleri arasında akşam ezanını okumak bir yarış halini almıştı. Mahallenin önde gelenlerinden kebapçının oğlu “Gak hay dağlı üç gün hafızlık mektebine gitmekle sana mı kaldı ezan okumak” diye karşı çıkınca birbirlerine girecek oldular. Araya giren büyükler ortalığı yatıştırıp başka bir çocuğun ezan okumasına karar vermiş olsalar da ortama kızgınlık ve gerginlik hakim olmuştu. Namaz bitip selam verildiğinde etrafa bakındı ama ağabeyi camide yoktu. Halbuki son gördüğünde çeşmede abdest alıyordu. Her halde eve gitti diye düşündü. Tesbih çekmeye kalmadan camiden çıkınca köşede beklerken gördü onu. Hali hal değildi. “Camide yoktun neredeydi?” diye sormaya, “haydi evimize gidelim” demeye cesaret bile edemedi ve yanında beklemeye başladı. Cemaat dağılıyor mahalle bakkalından idare lambalarına gaz alanlar evlerine yollanıyordu. Ağasının sağ elini cebinden çıkartıp ok gibi birden fırlayarak hangi aralıkta evden alıp geldiği bilinmez bir kama elinde koştuğunu gördü. Yetişip tutmaya çalışsa da iş işten geçmiş her gün birlikte oyunlar oynadıkları kebapçının oğlunun bacağından akan kan pantolonunun dışına sızmış toprağa damlıyordu. Feryadı duyan büyükler toplandı hemen. Hemen baktılar bereket yara fazla derin değildi. Askerliğini sıhhiye olarak yapan birisi çevresini yaralının baldırına sarıp kanı durdurdu ve feryada bakmadan bakkaldan getirilen tuzu yaraya bastırdı. Kan durmuştu ama ne olur ne olmaz diyerek yaralı çocuk yaylı arabaya atılıp hastaneye götürülürken bir diğeri mahalleli de bıçağı failin elinden alıp çeşmede yıkayarak koynuna sakladı. Öyle ya mahallenin çocukları kavga etse de hele bir de kavga edenlerden birisinin babası gurbette ve dönene kadar çoluk çocuğu mahalleye emanet ise büyüklere düşen düzeni sağlamaktı. Eve vardıklarında hava kararmıştı. Sizde bir hal var dedi anaları bir şey yok diyecek oldular ama biraz sonra kapı tokmağı vurulmaya başladı. Gelen suç aletini ortadan kaldıran mahalleliydi. Bak Veled gızı deyip başladı analarına olanları anlatmaya. Polis bile gelmişti merkez karakolundan ama bıçaklanan çocuğun babasının gönlü yapılıp şikayetçi olmasının önüne geçilmişti. Dinledikçe öfkelenen öfkelendikçe önüne geçilmez bir hal alan kadıncağız “Allah hepinizden bir değil bin kere razı olsun” deyip yolculadı geleni. Kapıyı örtmesiyle birlikte kapının ardında duran tandır küreğini eline alıverdi ve...
İki gün sonra ağam rahmetli barıştı o çocukla ve çayın içinde babasının dükkanından getirdiği kebapları yedik hep birlikte dedi Zeki Dayı, “Anam o gün elin çocuğunu bıçakladı diye ağamı dövdü de benim suçum neydi ki onun kadar ben de nasibimi aldım” dedi gülerek. Biraz varlık sahibi isek sayesindedir. Ne çalışkan ne mübarek bir kadındı, el ayak muhtacı olmadan yıllar önce usulca çekip gittiğini söyledi sesi titreyerek. “Bakın dedeniz bakıma muhtaç ve evlatları olarak bizler bakıp çekiyoruz çok şükür, bakalım biz ne olacağız bize bakan olacak mı Allah bilir” diyerek iç geçirdi. Oğlunun “baba bugün sen dedemin her bakımını yapıyorsan yarın sana da bir bakan olacaktır elbet” dediğini duyunca sakallarını düzelttiği tarak ve bıyık makası elinden düşüverdi ve kafasını tamamen camdan tarafa çevirdi. Kirpiklerini ıslandığını ve bir kaç damla göz yaşının ağaran sakallarına süzüldüğünü görsünler istemedi ama aldığı cevaptan duyduğu mutluluk her halinden belliydi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.