Nedir bu yeşil düşmanlığı?
Sevgili dostlar, bu hafta siyasi görüşümüz, hayat felsefemiz, sınıfımız, seviyemiz... Ne olursa olsun hepimizin ciğerlerine bir ok misali saplanan yeşilin tükenişinden bahsetmek istiyorum.
Her halde yeşile savaş açıp da kazanan bir millet yoktur. Çok uzak geçmişe gitmeden yakın tarihimize bir bakalım. Bunun en kolay usulü Google'da küçük bir gezintiyle belgelenebilir.
Sera Gölü, Ayder Yaylası, Uzun Göl, Ölü Deniz, Van Gölü. Dünyanın en güzel şehri İstanbul'un hemen her köşesi, şehir içindeki meydanlar, yaşadığım şehirden, Konya'dan örnek; Meram ve Mevlana Meydanı şu an beton cenneti… Karadeniz Bölgesi'nin vahametini, Kaz Dağları, zeytinlikleri de ilave edelim.
Örneklemeleri yazdıkça elim titriyor, bu satırlarda yer bulamayan yerleri de sizler ilave ediniz.
Büyük ihtimal yeşile düşmanlıkla dünyada ilk sıralardan bir derece alıyoruzdur. Yüzde doksan sekizi Müslüman olan bir ülkeyiz ve garip ki, yeşil İslam Dini'nin sembol rengi.
Bu ara yaşadığımız son facia da Erzincan siyanürünün Fırat Nehrine karışacağından bahsediliyor, yakın tarih Manavgat yangını halen hafızalarda, 11 ilimizi yerle bir eden deprem... Kimi doğal! Afet, kimi işin fıtratında var, kimi takdiri ilahi... İsmi değişse de, değişmeyen gerçek elimizin değdiği yeri katlediyoruz.
Hatırlar mısınız bilmem, yaklaşık 2-3 ay önce haber bültenlerinde, Sayın Cumhurbaşkanımız Ayder Yaylası'na helikopterle inmiş kısa bir süre kalmış ve bölge yetkililerine "aman buradaki tabi güzellikleri koruyun" diye buyurmuştu. Bu haberden tam bir hafta sonra sosyal medyada, o kart postal gibi bildiğimiz Ayder'in meşhur bölümünde devasa bir otel inşaatı başlamış.
Daha fazla geç olmadan birileri bu yeşile düşmanlığa, beton aşkına dur demezse, gelecek neslimiz eğer şanslıysa toprağı ve yeşili sadece mezarında görecek.
Bu hafta bir hikaye ile değil de, tarihi bir alıntı ile veda edelim;
"Yıl 1615 idi.
Fransa kraliçesi Marie de Medici, Paris’te bugün Şanzelize dediğimiz caddenin etrafının ağaçlandırılmasını istedi.
Hemen uzmanlara danıştılar.
Uzun araştırmalar sonunda “At Kestanesi” ağacında karar kıldılar..
Çünkü at kestanesi elektrik çekmezdi..
Yani yıldırım düşmezdi.
Hava kirliliğine karşı çok etkiliydi.
Tohumları, yaprağı, meyvası şifa doluydu.
Ancak At kestanesi Avrupa ülkelerinde yoktu...
En yakın İstanbul’daydı...
O yıllar İstanbul adeta bir at kestanesi ormanıydı...
Fransa krallığı hemen Osmanlı İmparatorluğu ile temas kurdu..
At Kestanesi fidanı istediler...
Padişah 1. Ahmet bu isteği geri çevirmedi...
Fransızlara binlerce at kestanesi fidanı hediye etti.
Bugün Şanzelize bulvarındaki, parklardaki ve ana caddelerdeki asırlık ağaçlar, Osmanlı’nın Fransızlar’a hediye ettiği o at kestaneleri.
Paris şimdi adeta bir at kestanesi ormanı...
Fransızlar’dan sonra Avrupa’nın birçok kenti caddelerini bu ağaçlarla süsledi.
Peki ya İstanbul...!!!
16’nci yüzyılda at kestanesi ormanı olan İstanbul sokaklarında bugün kaç ağaç kaldı acaba?
Gören var mı?
Belgrad Ormanında görüyordum...
Dilerim 4. köprü bahanesiyle onları da kesmezler.".
Ünlü ressam Ömer Kaleşi, ilki 400 yıl önce Osmanlı İmparatoru I. Ahmed tarafından Fransa'ya hediye edilen at kestanesi ağaçlarının kesilmesini tuvaline yansıttı.
Kaleşi, sözlerini, zamanında Nazım Hikmet'in aynı at kestanesi ağaçları için yazdığı,
“Paris’te bir kestane ağacı olacak, Paris'in ilk kestanesi,
Paris kestanelerinin atası,
İstanbul'dan gelip yerleşmiş Paris'e, boğaz sırtlarından.
Hala sağ mıdır, bilmem;
Sağsa ikiyüz yaşında filan olmalı" dizeleriyle bitiriyor.
At kestanesi, Fransa'ya ilk kez 1615'te Osmanlı İmparatoru I. Ahmed tarafından hediye edilmişti.
İstanbul Boğazı ile Paris'teki Seine nehrinin kardeşliğini simgeleyen at kestaneleri 200 yıl içerisinde tüm Fransa'ya yayılmıştı.
Coğrafi olarak Balkan ve Türkiye ikliminde yetişen at kestanesi, günümüzde Paris Belediyesi'nin şehirde diktiği ağaçların yaklaşık yüzde 80'ini oluşturuyor.
Kalın sağlıcakla.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.