Neo-colonializm
Küreselleşmenin hız kazandığı yıllar (1980 sonrası) aynı zamanda ‘neo liberal’ dönemdir. Siz bunu ‘neo colonializm’ (yeni sömürgecilik) olarak da anlayabilirsiniz. Kavramın (neo-liberalizm) başka anlamları olsa da ‘ekonomik’ olanı baskındır. Biz de bu anlamı üzerinden yorumlayacağız.
1970’li yıllarda, biraz da Kral Faysal’ın petrol ambargosu nedeniyle, krize giren kapitalizm (1973 petrol krizi) çareyi ‘geriye’ dönüşte buldu. Yani bir önceki yazımızda İslam toplumu için konu ettiğimiz ‘irtica’ onlar için de bir reçete idi. Zira neo-liberal politikalar ‘klasik’ olarak isimlendirilen ve 1700’lü yılların son çeyreğinden 1900’lu yılların ilk çeyreğine kadar uygulanan ekonomi politikalarının ‘makyajlanmış’ versiyonu idi. Bu yüzden ekonomi literatüründe ‘neo klasik iktisat-ekonomi’ olarak da isimlendirilir. (Not: Kavramın geçmişi 19. yüzyılın son çeyreğine kadar gitmektedir, ancak teknik olan bu detay üzerinde durulmayacaktır).
O dönemde toplumsal ihtiyaçlara cevap veremeyen ‘piyasa’ merkezli politikalar ‘büyük buhran’ı (zirve yılı; 1929) engelleyememiş, İngiliz iktisatçı J. M. Keynes’in öncülük ettiği düşüncelerle ekonomi politikaları yeni bir evreye girmiştir. Keynes ‘uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız’ diyerek devlete elindeki araçlarla (vergi, harcama, borçlanma) ekonomiye hızlı bir şekilde müdahale rolü vermiştir. Zaten dönemin iktisat anlayışı da ‘Keynesyen iktisat-ekonomi’ olarak isimlendirilmiştir.
Keynesyen ekonomi politikaları 1970’li yıllarda S.O.S verince Batıda da ‘eskiye’ ilgi arttı. Pek çok versiyonu olan bu ‘neo’ liberal politikaların ortak yanı, ekonomide ana aktör rolünü yeniden piyasa güçlerine devretme yönünde idi. İlk uygulaması Thatcher dönemi İngiltere’si (Thatcherism) ve Reagan dönemi Amerika’sında (Reaganomics) görülen söz konusu politikalar dünyada hızlı bir şekilde karşılık bulmuştur. Çin bile 1978’de ‘Maocu’ politikaları terk etmiştir (ancak bu gelişme neo liberalizmden bağımsızdır). Sovyetler benzer bir süreci 1990’lı yıllarda işletmeye mecbur kalmıştır.
Hızlı uyum sağlayan bir başka ülke ise Türkiye idi. Nitekim o meşhur ‘24 Ocak Kararları’ duruma Türkiye’nin refleksidir. Mimarı da o dönemde Başbakanlık müsteşarı olan ÖZAL’dır (Siyasi sorumlu DEMİREL). Ancak malum, araya 12 Eylül Darbesi girdi. Yasaklı olan Demirel seçime giremediğinden uygulaması da seçimi sürpriz bir şekilde kazanan ÖZAL’a kaldı.
Peki, ‘serbest piyasa ekonomisi’ ya da ‘pazar ekonomisi’ olarak isimlendirilen bu politikaları hangi sebebe binaen ‘yeni sömürgecilik’ olarak nitelendirdik. Malum olduğu üzere Batı, kendi arasında gerçek adı ‘Sömürge Paylaşım Savaşları’ olması gereken iki büyük savaş yaşadı. Birleşen ve güçlenen Almanya, sömürgelerden daha fazla pay almak isteyince Birinci, yenilip öcünü almak istediğinde ise İkinci Dünya Savaşı çıktı.
Emperyal reflekslerle hareket eden ve etraftaki ülkeleri işgal eden Japonya ise İngiltere gibi adadan çıkıp kabuğunu kırmak için önce Rusya ile (1905) sonra Amerika ile bilek güreşine girdi. Malum olduğu üzere birincisini kazansa da ikincisinde bilinen o büyük felaketi yaşadı. Bu arada da sömürge bölgelerinde gücü azalan İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika, Portekiz gibi ülkeler ana kıtalarına dönmek zorunda kaldılar. Ancak fiilen çekilme karşılığı çekildikleri ülkeleri adeta haraca bağladılar.
Bu son durumun da 1980’lerde yavaş yavaş deşifre olmaya başlaması ile birlikte, ki yukarıda bahsi geçen petrol krizi bu durumu tetiklemiştir, sömürgeci güçler daha soft yöntemleri devreye aldılar. Başarılı da oldular doğrusu... Amaç sömürge (kölelik) ise, bunun gönüllü olması sonucu değiştirmemektedir zira... Nitekim birincisinde bedenen köle olanlar, bir diğerinde ruhen köle olmuşlardır. Bu yüzden de aralarında Türkiye’nin de olduğu pek çok ‘gelişmekte olan’ ülkede ‘batı’ düşüncesi halen baskındır. Ama kendilerine sunulan imkânlar karşısında kişisel olarak ruhlarını (değerlerini), uzun dönemde ise ülkelerini sattıklarının farkında bile değildirler.
Piyasa global anlamda ‘serbest’ olacağına göre her ülke diğer ülkenin pazarına girebilecek ve üretim-satış yapabilecektir. Anlayacağınız, bakarsanız şartlar görünüşte eşittir. Ancak henüz emekleme aşamasındaki yerli sanayi rekabet edemeyeceğinden ‘gelişmekte’ olan ülkelere biat etmek düşecektir. Buradaki biat en iyi haliyle ortaklık kurmaktır. Söz konusu sermayenin ağababaları (çok uluslu şirketler) ise ‘yahudi sermayesi’ olduğundan, siz ruhunuza nasıl nüfuz edildiğini bile anlamadan sadece kolunuzu değil, vücudunuzu teslim ettiğinizi anladığınızda ‘atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş olacaktır.
Nitekim bir aşamada baş gelemediğinizde ise yine aynı çevrelerin yönettiği global tefeciye (IMF) müracaat etmeniz gerekecektir. Tefecinin ne yapacağı da belirsiz değildir. IMF, vampirin (kan emici) global finans dünyasındaki adıdır. Bu global tefeci sadece kanınızı emmekle de yetinmez. Yardımın devamı (yeni dilimin serbest bırakılması) için sizden sadece ekonomik değil, siyasi taleplerde de bulunur. Siz hiç farkında olmadan kabineye eş bir başbakan-cumhurbaşkanı atamışsınızdır ve buna eliniz mecburdur.
“Bu programlar, parasal yardım alan ülkenin pazarlarını kapitalizme açmasını, kamu sektörünü özelleştirmesini, serbest ticarete izin vermesini, sağlık ve eğitim gibi sosyal hizmetleri kesmesini ve dev çokuluslu şirketlerin serbest dolaşımına izin vermesini gerektirmektedir. Bu programlar, Dünya Bankası ve IMF'nin, neo-liberalizmi ve çokuluslu şirketler için küresel ölçekte serbest piyasaların yaratılmasını teşvik edecek küresel finans piyasası düzenleyicileri haline gelmelerine olanak sağladı” (alıntı). Neymiş Efendim; neo-liberal mi, neo-colonializm mi… Yoksa gönüllü kölelik mi… Buna da siz karar verin artık…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.