Kozmopolitanizm
Bildiğiniz gibi kelime Türkçede de kullanılmaktadır. Doğrusu pek de iyi bir çağrışım yapmaz. Daha çok şehir yaşamındaki insan ilişkilerini tanımlar. Hani vardır ya; kimisi yıllarca yaşadığı apartmandaki karşı komşusunu tanımaz, hatta tanımak istemez; işte o ilişki biçimini kastediyorum. Bu ilişki biçimi sadece komşu değil, akraba, hatta ebeveyn bakımından da böyledir. Anlaşıldığı üzere kozmopolitleşme buradaki anlamıyla da doğrudan değerlerle, daha doğrusu “aşınan” değerlerle ilgilidir.
Değerler aşındığı için de buna sebep olan devletler durumu ‘refah devleti-sosyal devlet’ uygulamaları ile telafi etmeye çalışırlar. Zira bu tür toplumlarda yaşlanmak yalnızlaşmak, hatta yalnız ölmek demektir. Sürecin ‘öykünme’ merkezli olarak medeniyetimizde karşılık bulması ise acı vericidir. Yaşlanan anne ve babayla ilgilenip, duasını almak fevkalade ilkel (!) bir hal aldı mesela… Taşralı kültürü bir başka deyişle… Bu yüzden de hapishaneler gibi huzur evleri de giderek yaygınlaşıyor. Yani bizde de güç kazanıyor sosyal (!) devlet…
Kozmopolit toplumlar görünüşte çok kültürlülüğü temsil eder. Aslında ortada profesyonel (üstü örtülü) bir tür faşizm vardır. Ama yavaş yavaş ve pek çok kez soft yöntemlerle uygulandığından bir süre sonra toplumun ‘normal’i haline geliyor. Söz gelimi geçmişte evlilikler aile kararı ile yapılırken, şimdilerde ailelerin bu karar mekanizmasından yavaş yavaş dışlanmaları bizim toplumumuza ilişkin bir dönüşüm… Sizi düğünlerine davet ettiklerine dua edeceğiniz zamanlar bile kapıyı çalmaya başladı.
Aslında hayat felsefesinin şekillenme süreci insanın kendi ‘küçük’ dünyasında başlıyor. Buradaki küçük olan dünya sadece aile değil, aynı zamanda ilk gençlik yıllarını geçirdiği sosyal çevredir. Ve elbette sarıp sarmalamadığı yer kalmayan sosyal medya… Oysa ergenlik ya da delikanlılık dediğimiz yıllar hayat felsefesinin şekillendiği ama ayağın yere basmadığı, kafada kavak yellerinin estiği fevkalade önemli bir dönemdir. Bu yüzden de sokağa terkedilemez. Dijital mecra sokak değil midir... Denetimsiz olduğundan da çocuklarımız bir süre sonra ‘zombi’ye (yaşayan ölü) dönüşmektedir.
Sosyal medyadaki ‘özgür’ alan sorumluluk üslenme eğitiminden geçmeyen çocukları esir almaktadır. Bu elbette Batı ülkelerinde daha yaygındır ama, etkileşim içerisindeki toplumlara da bir o kadar hızla nüfuz etmektedir. Kendi odasında takılan çocuklarla aramızdaki problemin esas nedeni de budur. Zira ev de adeta toplum gibi kozmopolitleşmekte, neredeyse kimse birbirinin yüzünü görmeden akşamlamakta-sabahlamaktadır.
‘Değerler’ bambaşkadır elbette... Sözgelimi bir değer olan ahlaki davranış yardım edene karşılık beklememe yükümlülüğü koyar. Zira yardım-iyilik yapılır ve unutulur. Ve iyilik ‘öteki’ olana yapılır. Hani vardır ya ‘tanrı misafiri’ metaforu; işte o kimseye… Bir başka deyişle yardım hiçbir çıkar ilişkisi ile ilişkilendirilemez. Buna teşekkür de dâhil… Aslında bir düşünce büyüğümüz o kısa cümlesinde konuya ilişkin her şeyi özetlemiş: “İyilik yapan karşılık bekliyorsa tefecidir” (Cemil Meriç).
İnsanların davranışları bu yönde şekillendiğinde hayat herkes için kolaylaşır. Ancak böyle bir davranış fedakârlık gerektirir. Zaman ya da para ayırmak gibi… Ne var ki modern insanı fedakâr davranmaya yönlendirecek pek az şey vardır. İnsan fıtratının zorlaması beraberinde kimi fedakârlıkları getirse de seküler hayat felsefesi ile bunun sıradan insanın hayatında karşılık bulması mümkün değildir. İstisnalar yok değil elbette; Rachel Corrie ya da Thomas Hurndall gibi…
Modern toplum, değerlerle bağlantıyı kopardığından ‘ırkçılık’la da yüz yüze kalmıştır. Batı toplumlarında insanlar iç içe ve barış içerisinde yaşıyormuş gibi bir görüntü varsa da; ırkçılık denilen hastalıklı ruh halinin kaynağı da bu medeniyet(!)tir. Doğal olarak bu toplumlarla etkileşim içerisindeki ikinci-üçüncü ülkeler de benzer sorunlarla karşı karşıyadır. Bir insanlık suçu olan ırkçılık bir aşamada ‘soykırım’a kadar gitmektedir ki; bunun çok bilindik örneği Yahudi soykırımıdır. 1990’lı yıllarda Ruanda’daki kıyım yakın örnek, Gazze ise güncel olanı…
Sorun, çerçevesi yine aynı aktörlerce çizilen “özgürlük” kavramındadır. İnsan özgürdür elbet… Ama aynı zamanda sorumludur. Mevzu bahis değerlerin (hak ve özgürlüklerin) çerçevesi (İnsan Haklara Evrensel Beyannamesi) konusunda neredeyse konsensüs düzeyinde bir kabul noktasına gelinmişken, (şerh; fevkalade sorunludur) “sorumluluğu” disipline eden kabul edilmiş global bir metin ya da kurum yoktur. Bu yüzden belki de acil bir şekilde yapılması gereken şey ‘İnsan Sorumlulukları Evrensel Beyannamesi’nin oluşturulmasıdır. Ama değer merkezli olamayacağından da getireceği çözüm palyatif olacaktır.