Aşkı yaşamak gerekir
"Dünya üzerinde ne kadar kişi varsa o kadar aşk ve ne kadar kişi varsa o kadar ayrılık acısı vardır"
Siz hiç âşık oldunuz mu? Hiç aşk acısı çektiniz mi? Kimilerinin kısa sürede atlattığı ama kimileri için de etkisi yıllar süren ayrılık acısını yaşadınız mı? Cevabiniz evet ise bu söylemişiz tam da sizin için. Tıp Doktoru, Psikoterapist, Hipnoterapist, Klinik Psikoloji Doktoranti, Kamil Tuzgöl ile aşk ve ayrılığı konuştuk.
Aşk kelimesinin anlamı “Bir kimseye ya da bir şeye karşı duyulan aşırı bağlılık duygusu” olarak söyleniyor. Sizden de öğrenmek isterim aşk nedir?
Aşkı tanımlamak sanırım en zor işlerden biri olsa gerek. Aşkı tanımlamaktan çok, yaşamak ve deneyimlemek gerekli diye düşünüyorum. Fakat aşk denince; ilk ötekimiz, ilk sevgi nesnemiz, hayata geldiğimiz andan itibaren sevgi, beslenme ve tensel temas açılarından ilk alma ve verme ilişkisini kurduğumuz bakım verenimiz, annemizle yaşadığımız o yoğun ilişki aklıma geliyor. Anne çocuk ilişkisi ya da bize ilk kim bakım veriyorsa onunla kurduğumuz ilişki diyebilirim.
Bizler doğuştan getirdiğimiz iki temel enerji kaynağıyla dünyaya geliyoruz. Bunlardan birisi öfkeli hallerimizin, hayattaki kavga ve mücadelelerimizin kaynağı da olan enerji yani agresyon ve diğeri de bizlere yaşama sevinci veren, hayata tutunmamızı sağlayan, yememizi, ürememizi sağlayan yaşamcıl enerji de diyebileceğimiz libidodur. Bunlar doğuştan gelen temel enerji kaynaklarımızdır ve bunlar sayesinde hayatta kalır, türümüzü devam ettiririz.
Bizler aynı zamanda kendimizi fark eden ve konuşan canlılar olarak hayatımızın ilk yıllarında yaşamcıl enerjimizi yani libidomuzu annemize ve emme eylemimize aktarırız ki bu da bizim hayatta kalmamızı sağlayan temel unsurlardan biridir. Bu dönemde diğerleri ya da ötekiler hemen fark edilmez. Öncelikle kendimizi yavaş yavaş fark ederiz.
Hayatımızın özellikle ilk üç yılı anne ve çocuk arasında kurulan, psikanalitik psikolojide diadik (ikili) ilişki olarak ifade edilen bir süreçle başlar. Daha sonra 2,5-3 yaş civarında babanın fark edildiği ve de babanın devreye girdiği üçlü (triangüler) bir ilişki ortamı gelişir. Bu yoğun sevgi dolu ilişki ortamı aslında anne karnında doğumdan önce yaşadığımız eksikliğin eksik olduğu bir çeşit tamlığın devamının çabası olarak da değerlendirilebilir. Fransız psikanalist Lacan’ a göre doğum eylemi bizleri eksiltir ve doğan insan yavrusu anne karnındaki o tamlığı hep arar ve arzular. Çünkü anne karnı bir insan yavrusunun oluşması için gereken tüm ortamı sağlar. Bu bütünlüklü ortam doğum ile eksilir. Biz de doğumla birlikte aslında eksilmiş oluruz. Bu eksiklik zamanla arzularımızın oluşması için temel bir neden olacaktır. Özellikle eş ruh ikizimizi aradığımız, kendimizi o olmazsa eksik hissettiğimiz aşk ilişkilerimizdeki temel ihtiyaç ve arzulayan halimizin nedenidir, diyebiliriz.
O zaman önce ihtiyaçlarla başlayan ve de arzularla ilerleyen bir süreç yaşamaktayız. Freud’a göre doğuştan gelen libidinal (yaşamcıl enerjimiz), Lacan’ın psikanalitik kuramında arzu üzerinden ilerlemektedir. Bu yaşamcıl enerjinin ya da eksik özne olmaktan kaynaklanan arzunun bir nesneye ihtiyacı vardır. Hayatımızın ilk yıllarında bu arzu nesnesi anne, baba ya da bakım verenler iken devamında önce kendi bedenimiz ve varlığımız olur. Ardından gelişimsel sürecimizde kişilik ve kendilik gelişimimizi de sağlayan 5-6 aylıkken ilk benlik çekirdekleri yani kendi benliğimizi ve varlığımızı fark etmemizle yaşamcıl enerjimiz kendimize yönelir. Bu bağlamda, bu dönem narsisizm olarak da ifade edilen kendine duyulan ilgi ve hayranlığın başladığı dönemdir. Narsisistik dönem özellikle ilk iki yılda kişilik gelişimimizde ön planda olacaktır. Yaşamcıl enerjimizi, libidomuzu kendi bedenimize aktarmamızı mitolojideki bir hikâyeyle metaforize edebiliriz aslında.
Ressam Caravaggio'nun 1500'lü yılların sonlarına doğru yaklaşık iki yılda tamamladığı, kendi görüntüsüne âşık olan adamı konu alan "Narcissus" adlı tablo, tam da bu durumu anlatmaktadır. Narcissus su perilerinin gözdesi ve çok yakışıklı bir adamdır. Su perilerinden ise Ekho isimli olan su perisi Narcissus’a fazlaca âşıktır. Ekho bir gün Narcissus’a yaklaşır fakat reddedilir. Bu utanca dayanamayan Ekho bir daha görünmemek üzere ortadan kaybolur fakat ortama da sesini bırakır. Hala mağara ve boşluklarda Ekho’nun aşkından geriye kalan o sesi yankılanmaya devam eder. Buna çok öfkelenen Ekho’nun yakın arkadaşları ona ceza vermek için onun karşılıksız bir aşk yaşamasına karar verirler. Bir su birikintisinde kendi suretini gören yakışıklı adam kendine bakmaktan kendini alıkoyamaz ve suya düşerek boğulur ve ölür. Mitolojide bu hikâyede yer alan Narcissus, insan yavrusunun gelişimsel sürecinde özellikle ilk iki yılda libidinal enerjisini kendisine yöneltmesine güzel bir örnek olabilir.
Ardından devam eden süreçte çocuk bedensel farkındalığını sağladıkça ve kas kuvveti ile annesinin kucağından ya da memesinden sıkıldıkça merakını önce kendi vücuduna daha sonra da dış dünyaya ve devamında da ötekilere aktarmaktadır. Bir çeşit yaşam enerjisini büyüdükçe, geliştikçe ve kendisine yetmeye başladıkça dış dünyaya ve ötekilere libidinal yatırım yapmaktadır. Bu durum özellikle okulların açıldığı şu günlerde anne ve babalarından okul saatlerinde ayrı kalan çocuklarımızın ilk arkadaşlıklarında da karşımıza çıkar ve sağlıklı bir durumdur. Anne ve babadan yani aileden ayrı bir şekilde de hayatın içinde karşılaştığı ve güven duyduğu ilk arkadaşlarına sevgi, dostluk ve duygusal yakınlık duymaya başlar ki bu devam eden süreçte sosyalliğini, insan ilişkilerini ve aşk ilişkilerini yaşaması açısından da bir öncüdür. Çocuklar psikolojide ilk sevgi nesneleri olarak ifade edilen anne, baba ve ailesi ile ne kadar sağlıklı, sevgi dolu bir ilişki kurarlarsa devam eden süreçteki aşk ve duygusal ilişkileri de sağlıklı olacaktır.
Bu nedenle aşk biraz geçmişimiz, biraz eksikliklerimiz, biraz geçmişteki zenginliklerimiz iken biraz da geleceğimiz ve umutlarımızdır. Aşk bence yaşama nedenimiz ve gerekçemiz olarak da karşımıza çıkan yoğun ama güzel duygulardan birisidir. Bu duyguyu nasıl yaşayacağımız, nerede başlayıp nerede duracağımız ve aşk ötekimizi seçerken kimi ve nasıl bir seçimde bulunacağımız ise çok daha karışık ve bir o kadar da heyecanlı bir süreçtir. Burada kişi önce kendiyle tanışmalı, konuşmalı ve kendini ortaya koyabilmek için kendini fark edebilmeli diye düşünüyorum.
Aşk nasıl hissettirir? Aşık olduğumuzda neler hissederiz?
Aşk bize uzun zamandır hissetmediğimiz gibi hissettiren, fiziksel olarak elimizin ayağımızın birbirine karıştığı, kalbimizin hızlı attığı, gözümüzün önünü göremez hale geldiğimiz ve belki de bu yüzden bizi daha çok düşüncelere sevk eden bir duygu silsilesidir diyebiliriz. Aşkta en önemli nokta bizim dışımızda bir kişiyi kendimizden bile çok daha önemli bir hale getiriyor olmamızdır. Onu düşünmeden edemediğimiz, ifadesi, gülüşü ya da bakışının bize çok özel geldiği ve iştahtan kesen, diğer tüm olayları ikinci plana atan, onunla birlikte olduğumuzda her şeyin tam olacağı hissini veren bir duygudur. Çok özel ve güzel bir duygu olan aşkın patolojik halleri de mümkündür. Aşkın halleri aslında âşık olan ve olunan kadar farklı ve çoktur. Ama biz terapistler aşk için uzun terapi süreçlerinde belli psikolojik nedensellikler ve yapılanmalar görebilsek de her aşk hem çok özneldir hem de çok özeldir.
Biraz da ilişkilerle devam edelim. Çok söylenen bir sözün doğru olup olmadığını sizden duymak isterim. "Aşk gelip geçicidir, sevgi ise kalıcı" denir, doğru mudur?
Bir psikoterapist olarak hastalarımı ve danışanlarımı dinledikçe insana dair bu tarz kesin ve keskin sözlerin ve cümlelerin çoğu zaman doğru olmadığını gördüğümü söyleyebilirim. Aşkın devamlılığı ve gerçekliği konusu hep merak edilmiştir. Fakat aşkın tanımı ve yaşanma şekli de dünyadaki insan sayısı kadar fazladır denebilir. Kimi kuramcılar ve düşünürler aşkın biyolojik açıdan ürememiz ve yaşamımızı insanlık olarak devam ettirebilmemiz için ağzımıza sürülen bir parmak bal olduğunu ve bir bakıma geçici bir duygu olduğunu söylese de birçok edebiyatçı ve felsefeci de aşkın devamlılığını ve sonsuzluğunu vurgulamaktadır. Ben burada daha çok kendi çalışma konum olan tıp ve psikolojideki aşkın bakış açıları üzerine konuşuyorum. Ama başka disiplinlerde de aşk konusu çok farklı ve derin bir şekilde karşımıza çıkmaktadır.
Bence “birine sahip olmak” ile “birine sahip çıkmak” arasında büyük fark var. İlişki içinde bu farkı pek göremeyebiliyoruz. İlişkide sahiplenme olmalı mı? Olmalıysa ölçüsü nasıl belirlenmeli? Hatta şöyle de sorayım sahiplenmek iyi bir şey mi?
Aslında Hande Hanım aşk ve sevgi literatüründe halk arasında bu “sahip olma” tanımı psikoloji açısından doğru bir tanımlama değil. Dile de sirayet eden bir egemenlik söylemi maalesef aşkın tanımlarında bile kendini gösterebiliyor. Kimse kimseye sahip olamaz ve de olmamalıdır. Aşk aynı yolda yan yana yürümektir, el ele tutuşmaktır, bir piknik alanında kendi piknik sepetini hazırlayıp yalnız başına yiyeceklerini yiyecekken sana yakın hissettiren bir ötekinin kendi pikniği için hazırladıklarını paylaşmaktır. Ne hazırlandığını sepet açıldıkça heyecanla fark ettiğin, senin hazırlayamadıklarını da hazırlayabilen ve senin almayı unuttuğun ya da piknik sepetine sığdıramadıklarını o özel ötekinin piknik sepetinde bulmak ve paylaşmaktır. Burada tabi ki piknik bir metafor ve piknik alanı yaşamı, piknik sepeti aşkta birbirimize verdiklerimizdir. Bilirsiniz biz terapistler anlatacaklarımızı metaforlar ve hikâyeler ile anlatmayı severiz.
Hocam bağlanma stillerinden de bahsedelim mi? Bağlanma stilleri nelerdir, nasıl oluşur? Kişinin bu konuda kendini bilmesi nasıl bir fayda sağlar?
Anne ve bebek arasındaki ilişki psikanalitik psikolojide hep incelenmiştir. Özellikle insan yavrusunun ilk üç yılı bağlanma açısından hem çok önemlidir hem de gelecekte ötekilerle nasıl ilişki kurulacağının da belirlenmesine etki etmektedir. Bebeklerin ilk ihtiyaçları ilk ötekinin bakımıdır. Doğum ile bebekler bağlanacak bir öteki ararlar. Bu bazen de bağlanacakları bu öteki, bir ilk nesne olarak kendini gösterebilir. Bebekler bağlanacakları bu sevgi nesnelerini ararlar ve de bağlanma bu ortam içerisinde yapılanır.
Doğum sonrası biyolojik bir yapı olan bebek ve bedeni bazı biyolojik ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik bir durum içerisindedir. Bu biyolojik ihtiyaçların varlığı bağlanmanın biyolojik temelinin kurulması ve varlığı açısından önemlidir. Bağlanma ile güvende olma duygusu ilişkilidir. Temelde güvenli ve güvensiz olmak üzere iki tür bağlanma türünden bahsedebiliriz. Ayrıntıya girdiğimiz de ise son eklenenler ile toplamda dört ana bağlanma türü mevcuttur.
Bebeklik ve erken çocukluk dönemlerinde ebeveynleri ya da bakım verenleri ile sağlıklı bir ilişki kurulmuş ise, bebeğin birincil ihtiyaçları verilmiş ve eş duyumsal empatinin sağlandığı, annenin çocuğunu gördüğü, kendi derdine düşmeden onunla ilişki kurduğu, devamlılık arz eden ve tutarlı bir anne çocuk ilişkisi kurulmuş ise anne ve çocuk arasında güvenli bağlanma gelişir. Bu şekilde bağlanan kişiler yaşamın ve dış gerçekliğin ona ihtiyacı olduğunda çözüm yolları sunabileceği, zorlu yollara girdiğinde başka yollar bulabileceği bir psikolojik zemin sağlar. Aynı zamanda ötekilerle kurduğu ilişkilerde de sevilir olduğuna dair iç ruhsal verilere sahip olur. Bu kişiler, çocukluklarında anne ve babalarının uzağında olsalar bile tekrar döndüklerinde ebeveynlerinin orada olduğunu, aynı şekilde kendilerini beklediklerini hissederler. Bu ise bizim kendilik aktivasyonu dediğimiz doğuştan getirdiğimiz kendi gerçek potansiyellerimizin hayata taşınabildiği kendi başımıza hayata ve ilişkilere doğru yönelebilme kapasitemizi sağlar. Aşk ve duygusal ilişkiler bu tür bağlanma stili beklenen ve amaçlanan bir bağlanma türüdür.
İlk bebeklik yıllarından itibaren ebeveynlerinden tutarsız ve bebeğin gereksinimlerine ara ara yanıt veren ama ara ara yanıtsız bırakan bir durumda gelişen bağlanma ise kaygılı güvensiz bağlanma olarak ifade edilebilir. Bu kişiler devam eden hayatlarında sosyal ve aşk ilişkilerinde bağlandıkları sevgi nesneleri olan ötekilere güvenlikli bir bağlanma tutumu gösteremezler. Sevdikleri kişiden kısa süreli de olsa ayrıldıklarında geri dönünce onları oldukları yerde bulamayacaklarını hissederler. Bu durum yapışarak ilişki kurmaları ile sonuçlanabilir. Bu durum ise ilişki kurdukları kişilerde boğulma ve işgal edilmişlik hissi uyandırabilir. Bu davranış ve tutumların en önemli özelliği ise hem neden bu şekilde davrandıklarının farkında olamamaları hem de bu ilk çocukluk yıllarında öğrendikleri ama hatırlamadıkları bilinçdışı süreçlerin etkisinden kurtulamamalarıdır. Fakat her zaman özellikle psikoterapi ile bu değişmez gibi görünen davranış ve tutumların düzelmesi mümkün olabilmektedir.
Ayrıca kaçıngan güvensiz bağlanma ve dağınık güvensiz bağlanma stilleri de mevcut. Bu bağlanma çeşitlerine göre yaşadığımız tüm ilişkilerde davranış kodlarımız, diğerleri ile nasıl ilişki kuracağımız ve nasıl tepki vereceğimiz şekillenmektedir. Bu nedenle özellikle aşk ilişkilerinde kendi duygusal ve ruhsal dünyamızın kullanma kılavuzunu kendi zihnimizde inşa etmemiz ve karşımızdaki kişide de onun kişiliğini ve davranışlarını şekillendiren bir yapılanmanın çocukluk yıllarından itibaren oluştuğunu bilerek yaklaşmamızın çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Sürekli ayrılıp barışmak, sürekli tartışmak ve mesafeler aşkı nasıl etkiler?
Siz bu soruyu sorunca aklıma Bay ve Bayan Smith filmi geldi. Angelina Jolie ve Brad Pitt’in başrollerini paylaştığı evli fakat farklı istihbaratlara çalışan ve bunu birbirlerinden gizleyen çiftin sürekli tartışmalı ve kavgalı ilişkilerinde uzaklaşma ve yakınlaşma döngüleri film boyunca devam eder. Evlilikler ve çift ilişkileri için güzel bir metafor olarak da izlenebilecek bu filmde aslında ilişkilerin çoğunda var olabilen, sizin de sorduğunuz yakınlaşma ve uzaklaşmaların olduğu durum işlenmekte.
Sürekli ayrılıkların ve barışmaların olduğu ilişkiler aslında belli kendilik örüntüleri olarak da ifade edebileceğimiz bir kişilik organizasyonunun çiftler arasında varlığını bize işaret edebilir. Bizler doğduktan sonra gelişimsel süreçlerinde kişilik ve kendiliklerini edinen ve belli savunmaları olan bir karakter yapısına sahibiz. Kadın ve erkek ilişkilerinde belli kişilik yapıları birbirine uyumlanır ve anahtar kilit gibi denk gelir. Bu kimi zaman sağlıklı olmayan ilişkilerde de olur. Örneğin öfkeli bir kişiliği olan bir kadın daha uyumlu ve sakin bir eşi tercih edebilir. Bu ilişki her iki tarafında birbirine uygunluğu ve birbirini bilinçdışı süreçler ile tercihi sonucu olabilir. Daha da çok bebeklik ve çocukluk yıllarında aile içinde ebeveynleri ile yaşadığı ilişki modellerine göre eşlerin seçildiği söylenebilir. Bu gibi ilişkilerde eşler kendi sorunlarını zaman zaman ilişkilerine ve eşlerine aktarabilir. Kimi zaman da ilişkilerinin kuruluş şekli ile ilgili sorunlu alanlar harekete geçebilir ve tartışma anlarını oluşturabilir. Bu gibi durumlarda ise ne yazık ki çatışma ve kavga anları oluşur. Ardından uzaklaşan eşler duygusal ve cinsel olarak birbirlerini özler ve tekrardan yakınlaşır. Bu uzaklaşma ve yakınlaşma döngüsü işler tamamen sarpa sarana kadar devam eder. Bu uzaklaşma dönemlerinden sonraki dönemlerde birbirini özleyen eşler birbirlerine karşı daha arzulu, daha istekli ve heyecanlı olabilirler. Kimi zaman eşlerin birbirine bu dönüşlerindeki özlem ve arzu da ilişkinin devamındaki etkenlerden biri bile olabilmektedir. Bu nedenle eşlerin, durmadan tekrarlayan ayrılık ve barışma halleri varsa bu durumun çözümü ve daha sağlıklı bir ilişki için bir psikoterapist ya da çift terapistinden yardım almaları gerekebilir.
Aşkın güzel, sihirli ve dönüştürücü etkileri olduğunu biliyoruz ama yeterli mi? Sadece "aşk" bir ilişkiyi sürdürmeye yeter mi?
Aşk gerçekten hayatımızda yaşayabileceğimiz en özel duygulardan birisi olmakla birlikte bir ilişkide sadece aşkın olması yeterli olmayabilir. Aynı zamanda ilişkiyi yaşayan kişilerin bireysel psikolojik süreçleri, üreten ve çalışan kişiler olması da gerekli diye düşünüyorum. Hayatın devamlılığı için dış gerçekliğin engel ve zorluklarına da yönelik donanımlı ve hazır olmak yaşanan aşkın daha uzun soluklu ve doyumlu olmasını da sağlayacaktır.
Peki, ilişkide verilen kısa molalar yani yaşanan küçük ayrılıklar aşkı güçlendirir mi yoksa göz görmeyince gönül katlanır mı gerçekten?
Bu sorunuzun cevabı o kısa molaları veren ilişkilerin nasıl kurulduğu, hangi ilişki dinamikleri ile süreçlerinin şekillendiği ve mola verme nedenlerinin ne olduğuna göre değişir. Hande Hanım, insan psikolojisindeki süreçlerde ve aşk ilişkilerinde sadece olayın kendisine bakarak yol almayız. Yaşanan ilişki durumunun o ilişkiyi yaşayan eşlerin, bireysel psikolojilerinden, çocukluklarına ve hatta nesiller arası geçiş diye ifade ettiğimiz birkaç kuşaktır yaşanan aile süreçlerine kadar birçok durumun bu gibi konularda etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Hocam, ayrılık konusuna geçelim. Mevlana, "Ey gönül. Ateş için rüzgâr ne ise, aşk için de ayrılık öyledir; küçük olanı söndürür, büyük olanı ise daha da güçlendirir ve iyi bil ki, ey gönül. Aşk; ateşten bir denizi, mumdan kayıkla geçmektir, yanıp kül olmadan asla geçemezsin" demiş. Bir de Barış Manço' nun şarkısı geldi aklıma "Ayrılık geldi başa, katlanmak gerek."
Aslında aşk ve ayrılığı anlatan pek çok şarkı, şiir, roman var. İncelikle sormak istiyorum, ayrılık neden bu kadar zor? Hissettirdiği duygu nedir?
Ayrılık aslında doğumla başlar. Biz aslında doğarken ilk sevgi nesnemiz olan annemizden ayrılıyoruz ve bebekler doğum sonrası bir süre anne karnının sağladığı o güvenli ortamı ararlar. Bu doğum ile dış gerçekliğin içine düşen insan yavrusu tekrardan annesinin kucağına verilerek yeniden anne ile buluşur ve bağlanır. Bağlanma bebeğin doğuşta var olan bakım verenlere olan ihtiyacının karşılanması ve güven duygusunun inşası ile tekrardan yapılanır.
Bebek anneden ilk ayrışma ve bireyleşme dönemi ile yavaş yavaş ayrışmaya ve kendine yetebileceği bir sürece girer. Bu durum annede de bebekte de zor duyguların hissedilebildiği bir dönemdir. James F. Masterson “Terk Depresyonu Kuramı’nda” bu ayrışma ve ardından anne ve bebeğin yaşadığı duygusal karmaşayı mahşerin altı atlısı metaforu ile anlatmıştır. Anne bebeği doğduktan sonra hissettiği mutluluğu, huzuru ve hayatına anlam katan bu insan yavrusunun kendi olmak için gelişimsel olarak açılımlanan bu ayrışma sürecini duygusal karmaşalar ile yaşar. O güne kadar annesiz yaşayamayan ve dünyaya annesinin desteği ile uyum sağlayabilen bebek de ayrışmasını yaşarken annesinin yüz ifadesine ve duygularına odaklanır. Anne çocuğunun büyümek için gidişini bir terk ediliş gibi algılayabilir ve boşluk ve hiçlik duygusu, cinai öfke, depresif duygular, pasiflik, utanç ve suçluluk, korku ve panik gibi duygular yaşarken bu duygular anneden bebeğine de geçer. Dış dünyaya her yöneldiğinde ve anneden ayrıldığında bu duygularla baş başa kalan bebek ilerleyen yıllarda da ayrılık sahnelerinde benzer duygular yaşar. Bu aşk ilişkilerinde de dramatik bir şekilde karşımıza çıkabilmektedir. Sezen Aksu’nun “Gitme Dur Ne Olursun” şarkısı bu ayrılık sahnesinde yaşanan duygulara ve o karışık duygular nedeni ile ikircikli bir davranışın ve ambivalansın nasıl yaşandığını çok güzel örneklemektedir. Bu şarkıda bahsedilen duygular çocuğun anneden ilk ayrılığında ya da kreşe başladığında anne ile çocuğun hissettiği duyguların bir aşk ilişkisindeki ayrılıkta da karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Bu nedenle aşkta da ilişkilerde de ayrılık bize yalnızlığı, kendine yetememe korkusunu, devamlı bizi düşünen, besleyen ve tehlikelerden bizi koruyan sevgi nesnelerimizin kaybını çağrıştırır.
Ayrılık kararı vermenin zor olduğu durumlar olabilir. Bazen yolunda gitmeme halinin adı konmamış farkındalığı vardır, bazen alışkanlığın getirdiği emin olamama hali, bazen de ilişkiden sıkıldığını hissedebilir insan. Böyle durumlarda ayrılık kararı verilmeden önce insan kendine ne sormalı?
Bence bu gibi durumlarda insan hangi ilişki terapistine gidebileceğini kendine sormalıdır. Bu gibi karar vermekte zorlanılan ayrılık durumlarında, kendi kendimize düşünmek ve karar vermek çok zor olabilir. Hatta bu gibi durumlarda yanlış karar verme ihtimali de çok yüksektir. Bu nedenle belli bir kuramsal zeminde bizi dinleyecek, kendi bakış açısı ve de ön yargılarını görüşmeye taşımayacak, kendi ihtiyaç ve sıkıntıları ile olaya yaklaşmayacak, tutarlı ve devamlılık arz eden bir ilişki terapisti ile kişi ilişkisine dair ayrılık ya da devam kararını daha doğru bir şekilde verebilir.
Peki, hiçbir şey konuşmadan, kırgınlıkla biten ilişkiler hakkında ne düşünüyorsunuz? Vedalaşmadan yapılan ayrılıklar ne olur? Nasıl hissettirir?
Ayrılık bir yas sürecini de beraberinde getirir. Yas sürecinin sağlıklı bir şekilde atlatılabilmesi için yapılması gereken belli ritüelleri vardır. Bu yas ritüelleri uzamış yasın olmaması için kültür ve teamüllerle oluşmuştur. Bu nedenle ilişkimiz biterken bitmemiş meselemizin kalmaması için söyleyeceklerimizin söylenmesi, teşekkürümüzün edilmesi ya da kızgınlıklarımızın uygun bir dille ayrıldığımız kişiye aktarılması gerekmektedir. Bu bağlamda vedalaşmanın önemli olduğunu, bu ayrılığa dair yapılması gereken ritüellerin yapılmaması durumunda ayrılığın tamamlanamadığını ve uzamış yas reaksiyonu benzeri ayrılamama hallerini klinikte görmekteyiz.
Her yaş grubunda ayrılık acısı aynı mı olur?
Yaş ilerledikçe daha evvel yaşanan aşk ve ayrılık tecrübeleri farklılaştıkça bu sorunun cevabının da değişebileceğini söyleyebiliriz. Aynı zamanda dünya üzerinde ne kadar kişi varsa o kadar aşk ve ne kadar kişi varsa o kadar farklı ayrılık acısı vardır diyebiliriz.
Bir de aldatarak biten ilişkiler var. "Aldatılmak ölüm acısından beter," denilir. Aldatan niye aldatır ve aldanan bu duyguyla nasıl baş edebilir?
Aldatma ilişkisinin nedenleri her farklı olaydaki kişiliklere göre ve aldatma ilişkisini yaşayan tarafların bilinçdışı süreçlerine göre şekillenir. Her aldatma olayı farklı bir süreci ve ilişki dinamiğini ifade ediyor olabilir. Uzun süreli ilişkilerde bu risk maalesef olabilmektedir. Özellikle ilişkilerin standartlaşan rutinleri, monotonluk, sevgilerini pozitif yönde değişen bir ilişki içinde ortaya koyamamaları ve ilişkilerinde kendi kök ailelerinden getirdikleri psikolojik problemleri aldatmanın zeminini oluşturuyor olabilir.
Aynı zamanda Dinamik Aile Terapisi’ nin öncülerinden Murray Bowen’a göre eşler arasında yaşanan sorunlardan kaynaklı artan kaygı, bir süre sonra haz veren bir üçüncü nokta ile çözülmeye ve rahatlatılmaya çalışılır. Bu haz veren üçüncü nokta kimi zaman bir başka sevgili olabilmektedir. Aldatma ilişkilerinde bu nedenle eşlerden birini bu duruma iten şeyin eşler arasında yaşanan bir problemden dolayı ortaya çıkan ve artan kaygı olabileceği söylenebilir. Böyle durumlarda bu kaygının nedeni anlaşılmaya çalışılırken eşler arasında artan kaygı miktarının azaltılması amaçlanır.
Son olarak aşk ve ayrılık acısı çekenlere neler tavsiye edersiniz?
Aşkın çok özel bir duygu olduğunu ifade edebiliriz. Ayrılıkla sonuçlanan aşk ilişkilerinde ruhsal acının ne kadar fazla olduğunu gözlemleyebilmekteyiz. Bu dönemin bir kayıp ve yas dönemi olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle yas sürecinde yaşananlara benzer şekilde, bazı davranış ve ritüellerin ayrılık sonrası yaşanabileceği, eşler arasında ilişki sonrası bitmemiş meselelerinin olmaması için ayrılık sürecinde eşlerin birbirleriyle alma ve verme süreçlerini güzel yönetmelerinin önemli olduğunu ifade edebiliriz. Bu dönemde zorlanan eş ve çiftlerin bir ilişki terapistine başvurmalarının sağlıklı bir ayrılma için de gerekli ve önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu kıymetli bilgiler ve keyifli söyleşi için teşekkür ederim.
Röp: Hande İpekgil
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.