Göklerde kartaldı, kanatlarından vuruldu...
Hepimiz O'nu, Kürk Mantolu Madonna, Kuyucaklı Yusuf ve İçimizdeki Şeytan kitaplarının yazarı olarak tanıdık. Aslında edebiyat onun ideolojisinin sadece bir aracıydı, dışa vurumuydu. O toplumsal gerçekçiliğin adamıydı...Yaşamı boyunca başka türlüsü mümkün olmayan hayatı olduğu gibi ortaya koydu ve bunun sonuncunda da bir çok sürgün ve hapis hayatına rağmen bildiklerini söylemekten asla vazgeçmedi. Gün geldi, hayatında ilk kez kendini korumak zorunda hissetti ve ne yazıktır ki; o kararı da ölümüyle sonuçlandı. Sabahattin Ali'nin öldürülmesi neyin işaretiydi? Öncesinde ve sonrasında benzer bir çok olay yaşandı. O dönemde kurulmak istenen düzenin bir kurbanı olan Ali'nin öldürülmesinin altındaki gerçekleri Gazeteci Sima Güleser Polat'ın soruları ve Usta Gazeteci Tamer Korkmaz'ın cevaplarıyla yeniden gün yüzüne çıktı...
Nihal Atsız, Mart 1944’te sahibi olduğu Orhun Dergisi’nde Başvekil Şükrü Saracoğlu’na yazdığı ilk mektupta “Memleketin milliyetçiliğiyle, sizin Türkçülüğünüzle bağdaşması mümkün olmayan olaylar var” diyor. “Solcu üniversite öğrencilerinin bir konferansta olay çıkarmalarına karşın hiç soruşturma açılmayışını” dile getiriyor. Atsız’ın “zehirli yılan” diye nitelendirdiği üniversite öğrencilerini hedef alan bu mektubu neyin fitilini ateşlemişti?
Mektupla başlayan fikri münakaşa kısa bir süre içinde komünist denilenler ile Turancı-Türkçüler arasında ciddi bir gerilime neden oluyor. Böyle bir zemin oluştuğunda, mevcut rejimin açık ya da gizli mekanizmalarının işte bu hassas zemin üzerinden harekete geçtiği, bir nevi insan avına çıktığı anlaşılıyor. 1944 senesi, siyasi tarihimizde eksen teşkil eden bir yıl. Nedir? Türkiye’mizin, ABD’nin kontrolüne girdiği sene…
Bu mektup olayının ardından üniversite öğrencileri ajanlıkla suçlanıyor. Hadise giderek Sabahattin Ali’ye kadar sıçrıyor. Ali, çok daha öncesinden; ta Atatürk döneminden beri mimli bir isim! Almanca öğretmeni olan Ali, evvela 1931’de “komünizm propagandası” gerekçesiyle Aydın’da üç yıl tutuklu kalıyor. 1932’de Konya’da 14 ay hapse mahkûm ediliyor. Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde “devleti, rejimi hicvettiği” iddiasıyla tutuklanıyor…
Komünist olmasa da, “komünist” diye adı çıkmış bir kere! 1930’lu yıllardan itibaren ensesindeler. 1944’ten itibaren gelişen, geliştirilen toplumsal kutuplaşmalar ortamında hedef tahtasına yerleştiriliyor. Muhalif bir isim olarak; kontrol altına alınamayan bir şair, yazar, gazeteci olarak hedef alınıyor.
Sabahattin Ali, söylenildiği gibi Atatürk’e, rejime ve hükümete hakaret etmiş miydi? Bu yönde imalarda bulunmuş muydu? Yoksa bu hadise çok sonra 1944’te İnönü döneminde yeniden gündeme getirildiği vakit kutuplaştırma, kaos oluşturma sürecinde “öyleymiş” gibi mi gösterildi?
Konya’da öğretmen iken yapılan bir ihbar var. Filanca yerde şiir okudu, hicvetti, hakaret etti diye. Hasımları Ali’ye bühtanda bulundular. Durumdan vazife çıkaran, mevcut rejime yaranmak isteyenler de cezayı bastılar. Hal böyleyken, bu durum yıllar sonra ikinci bir fatura olarak getirilip önüne konuluyor.
Sabahattin Ali, 1933’te Konya’dan Sinop Cezaevine naklediliyor. Cumhuriyet’in 10. Yılı münasebetiyle ilan edilen aftan yararlanıp cezaevinden çıkıyor…
Evet, “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” şiirini Sinop Cezaevinde yatarken yazmıştır. Sandıkçı Şükrü’nün öyküsünü konu ettiği bu şiiri, unutulmayacak bir türkü olarak uzun yıllardır söyleniyor. Keşke, Sabahattin Ali suikastının arka planındaki derin gerçekler de bu harika türkü kadar bilinebilseydi, söylenebilseydi…
“İçimizdeki Şeytan” adlı kitabına gelecek olursak; o döneme kadar Sabahattin Ali’ye yönelik eleştirilere devam eden Nihal Atsız’ı en çok kızdıran bu kitabın yazılması oldu. Kitap Turancı kesimi ayağa kaldırdı. Sonrasında neler oldu?
Bir dönem Nihal Atsız ile araları fena değil, sonradan hasım haline geliyorlar. Atsız, Ali’yi komünist olmakla suçluyor. Sabahattin Ali, Atsız’ı kendisine hakaret ettiği gerekçesiyle dava ediyor. Münakaşa ciddi bir gerilime dönüşüyor. İlk duruşmaya, Turancıların gövde gösterisi damgasını vuruyor. ABD’nin güdümüne giren mevcut rejim, bu kutuplaşmadan fal tutuyor! 3 Mayıs 1944’te Üsteğmen Alparslan Türkeş ile milliyetçi bazı isimlerin tutuklanması ve “Tabutluk” denilen hücrelerde ağır işkenceler görmesi siyasi tarihimizde kritik bir dönüm noktasıdır. Aynı yıl solcu Mihri Belli ile arkadaşlarının da tutuklandığını, işkence gördüğünü ekleyelim…
Nihal Atsız?
9 Mayıs 1944’te Sabahattin Ali davasından dört ay hapse mahkûm oluyor. O da işkencelerden geçiriliyor. Şöyle bir derin tuzak işliyor. Türkçüler/Milliyetçiler ile Solcular/Komünistler karşı karşıya getiriliyor; hapse atılıyor, ağır işkencelerin ardından birbirine zıt kesimler pekişiyor, kamplaşıyor. 1944’te Atsız’ın “payına düşen kötülük” işkencelerdir. Sabahattin Ali ise seri hapislerin ardından “bir türlü kontrol altına alınamadığı için” 1948 yılında hunharca katlediliyor. Aykırı fikirlerinden dolayı! Devir, İnönü devri; laiklik zirvede; rejim ABD’nin kontrolü altında…
Yıl 1945: Bir grup üniversite öğrencisi, Sabiha-Zekeriya Sertel çiftine ait Tan Gazetesi matbaası başta olmak üzere bazı matbaaları basarak tamamen tahrip ettiler. Yağmalanan yerler arasında Sabahattin Ali’nin La Turquie gazetesi de vardı. Ali, yaşananları basın kuruluşlarına ağır saldırı olarak nitelendirirken o günkü iktidarı yeriyordu, sorumlu tutuyordu…
Türkiye’de örtülü Amerikan egemenliğinin başladığı dönemin ilk kontra operasyonu, sözünü ettiğiniz “Tan Baskını” diye de bilinen bu büyük tahribattır. Yürüyen öğrenciler arasında, o dönemde bir İTÜ talebesi olan merhum Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de vardı. Bunu, 2005’te kendisi açıkladı. Üniversite öğrencilerine baskın sırasında farklı gruplar da katılmıştır. Sabahattin Ali’nin 2 Nisan 1948 tarihinde öldürülmesi, söz konusu dönemin ikinci derin operasyondur.
Sabahattin Ali, sınırdan Bulgaristan’a geçip kaçmak isterken; kendisine rehberlik eden herkesin komünist diye bildiği Ali Ertekin adlı şahıs tarafından öldürüldü. Ali Ertekin kimdi? Sabahattin Ali’yi kimler, neden öldürdü?
Sadece bir tetikçiydi. Arkadaki güç odağı onu kullandı. Elbette ölüm şekline, ölüm yerine hatta farklı tetikçiye kadar muhtelif iddialar yıllar boyunca dillendirildi. Ama bunların hepsi “Ortada kuyu var, yandan geç” hesabına dâhildir. Arzın merkezine seyahat edilmedi. Yani, derin mekanizma itina ile gizlendi. Hep, “Milliyetçi kaygılarla öldürüldü” hikâyesi tekrarlandı. Kamuoyuna yedirildi, bu konforlu yalan… Yıllar sonra, gazeteci Hıfzı Topuz’un “Eski Dostlar” adlı kitabında betimlediği, bir nevi robot portresini çizdiği siluet “Ali’yi öldürme talimatı veren kişi olarak Nihat Erim’i kastediyor” diye yorumlandı. Ali öldürüldüğünde, Nihat Erim CHP milletvekiliydi.
12 Mart 1971 Muhtırasından sonra Başbakanlık yaptı, Nihat Erim ve 19 Temmuz 1980’de o da derin suikast sonucu öldürüldü…
Evet, Erim’i Dev-Sol tetikçilerine öldürten Türkiye’deki Gladyo’dur. Gladyo’nun “öncülü” diyebileceğimiz “Üst Yapı” Sabahattin Ali’nin infaz emrini verendir. Şunu da ekleyelim. Hıfzı Topuz, Ekim 2006’daki bir röportajda “Nihat Erim olayı ilk duyanlardandı ama onun yaptığını sanmıyorum. Bence, faşist inançlarla öldürüldü” dedi. Yani, eski tüfek bir solcu olarak o da yan çizdi ve resmi yalanı tekrarladı.
Burada, enteresan bir tarih farklılığından söz etmek istiyorum: Ali, 2 Nisan 1948’de öldürülüyor. Ne var ki, ölüm haberine aylarca basında rastlanmıyor. Cinayet haberi, ancak 12 Ocak 1949’dan itibaren gazetelerde görülmeye başlıyor. Bu nasıl iştir?
Cinayeti organize eden güç merkezinin, pek elverişli bir hikâye uydurabilmek, kurgulayabilmek için bunca vakit beklediği anlaşılıyor. Ali’nin yakın arkadaşlarından Aziz Nesin, hatıratında bir arkadaşıyla birlikte “Mayıs’ın bir günü (1948), savcılıktan çağrıldıklarından” bahsediyor. “Savcının bizi çağırmasından iki ay kadar geçmişti ki, Ali’nin öldürüldüğünü basından öğrendim” diye ekliyor. Oysa: Ali’nin öldürüldüğünü öğrenmesinin üzerinden dikkat sekiz ayı aşkın bir süre geçmiş! Derin gerçeği saklayanlar arasında Aziz Nesin’in de olduğu bellidir. İstihbarata çalıştığı, uzun yıllar sonra deşifre edilmişti.
Son bir soru sormak istiyorum. Anlattıklarınıza göre, o dönemlerde komünizm ve milliyetçilik fikirleri bir yerde anlam kaymasına uğramış, üniversite dahil bazı yerler kaos ortamı oluşturmak gayesiyle kullanılmış. 2007’deki Dink Suikastı veya 6-7-8 Ekim 2014’teki malum kalkışma yahut 1978’de İtalya’daki Aldo Moro Cinayeti gibi dramatik olayları da benzer yaklaşımla, aynı çerçevede ilişkilendirebilir miyiz?
Bu dediğiniz, pek isabetli bir bakış açısıdır. Çünkü derin mekanizma, saydığınız dramatik hadiselerde de aynı şekilde işledi. Çok farklı yıllarda gerçekleşmiş olmaları, bu temel gerçeği değiştirmiyor. Örneğin, Hrant Dink Suikastından önceki aylarda yaşanan belli zıtlaşmalara baktığımızda 1944 yılındakilerle benzerlikleri görebiliriz. 2007’de ne oldu? “Hrant Dink, milliyetçi duygularla öldürüldü” yalanı topluma yedirildi. Amerikancı liberal kalemler kullanıldı. Böylelikle, arka plandaki Gladyo ile FETÖ’sünün üzeri örtüldü.
"Bereket versin herkes böyle değil… Daha sarp yollardan yürüyen fakat buna mukabil insan denecek bir insan olmak isteyenler de var… Belki pek az… Ama var… Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir." SABAHATTİN ALİ
Röp: Sima Güleser Polat
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.