İnsanların hikâyeleriyle hemhal olan bir dost… Berfu Ergenekon
Dizi ya da film izlerken özellikle kendimizden parçalar bulduğumuz işlerde, “Bu senaryoyu yazana helal olsun.” deriz ve de neredeyse izlediğimiz oyuncu kadar o karakteri yazana da hayran oluruz. Çünkü biliriz ki, o hikâyeyi bize aktaran oyuncuların başarıları, onlara hayat veren senaristlerin başarılarıyla birlikte kıymetlidir.
Gümüş, Yer Gök Aşk, Lale Devri, Karadayı, Anne ve İstanbullu Gelin dizileri Berfu Ergenekon’un senaristliğini yaptığı hepimizin aklında kalan, çok sevdiği dizilerden sadece birkaç tanesi. Son çalışması ise TRT 1’de yayınlanan ve yine çok beğenilen yapımlardan Benim Adım Melek dizisi oldu.
Peki, izlediğimiz hatta her hafta merakla beklediğimiz, sevindiğimiz, üzüldüğümüz dizilerin senaristlerini ne kadar tanıyoruz?
Bu soruyla harekete geçtim ve sizler gibi severek izlediğim dizilere hayat veren senaristlerden birini daha yakından tanıma fırsatı buldum, bunun için çok mutluyum. Kalbinden dökülen cümleleri duymak ve bunları yazıya dökmek çok keyifliydi. Her soruda acaba ne diyecek, nasıl anlatacak diye heyecanla bekledim.
Sorularıma verdiği cevapları okurken siz de benim gibi gülümseyecek ve Berfu Ergenekon’u yakından tanıdığınız için mutlu olacaksınız.
H- Bir senarist kendini nasıl anlatır, çok merak ediyorum. Berfu Ergenekon kimdir? Nasıl bir kadındır?
B- Kelimelerle aram iyi olmasına rağmen en zorlandığım şey kendimden bahsetmek. Berfu Ergenekon; 46 yaşında boyunu aşan ikiz kızları olan insan hikayelerini yazarak anlatmaya aşık bir kadın. Doğanın varoluşuna hayran, kendini doğanın bir parçası olarak gören, açan çiçekle, uçan kuşla, denizin dalgasıyla, kıyıya vuran deniz kabuğuyla, bazen insanlarla ettiğinden daha çok sohbet eden bir insan. Kimi zaman bulutları başına duvak yapan kimi zaman küstüm çiçeğine benzeyen, bağ bozumunda ezilen üzümler gibi kelimelerin özünü çıkarmayı seven bir yazar. Aşka âşık, birliğin bütünlüğün ve BİZin kuvvetinden güç alarak kâğıt üzerinde hayatlar inşa eden bir kalem. İnsanların hikâyeleriyle hemhal olan bir dost…
H- Yazma yeteneğinizi ilk nasıl keşfettiniz?
B- Klasik olacak ama ortaokul sıralarında edebiyat öğretmenim keşfetti. Meslek olarak senaristliğe başlayana kadar kendime notlar yazardım. Bu bazen günlük olurdu -ki pek düzenli tutamam-, kimi zaman sabaha karşı uykumda gelen bir akış olurdu. 2006 yılında ilk defa senaryo yazmaya başladığımda, becerip beceremediğimle ilgili hiçbir fikrim yoktu. Ben o kadar hikâyenin, sahnenin içinde yaşıyordum ki, elimden çıkanların başkalarına ne hissettirdiğini, nasıl etkilendiklerini düşünme, fark etme safhasına epey sonra erdim.
H- Yazabilmek gerçekten bir yetenek mi? Eline kalem, kâğıt alan herkes yazabilir mi? Hele ki senaryo?
B- Bir cümleden bir dünya kurmak hakikatli bir yetenek gerektiriyor. Hikâyenin matematiğini kurmak da ayrı bir yetenek. Senaryo ise bütün bu dünyanın ve matematiğin diyaloglarla muhatabına anlatma işi ki, bence o da sonradan öğrenilerek yapılacak bir iş değil. Elbette bu işin tekniği öğrenilebilir, elbette eğitimi alınarak katmerli bir hale getirebilinir ancak kişinin özünde yoksa o tohum o aşk hali, tatsız tuzsuz olur bence. Günümüzde klavyenin başına oturan, heves eden bir sürü insan yok mu elbette var. Ve fakat işin başına geçince sadece hevesin yetmediğini anlamaları uzun sürmüyor. Çünkü senaryo yazmak sadece yetenekle de olmuyor, bu bir disiplin işi, çalışkanlık ve sabır gerektiren bir meslek. Hele de bizim sektörde 160 dakikalara varan dizileri, izleyiciyi, ekrana her hafta bağlayabilmek epey kabiliyet gerektiriyor.
H- Senaryo yazmaya nasıl başladınız? Bu konuda size ilham olan, yol açan rehberleriniz oldu mu? Olduysa hangi açıdan sizi etkilediler?
B- Bir gün gelir de ekranlarda izlenen dizilerin birini de ben yazar mıyım diye bir hayalim hiç olmadı. İnsanın gerçek potansiyelinin farkına varması büyük şans. Tecrübelerime dayanarak söylüyorum ki bir başkasının sizde o ışığı görmesi ve fitili ateşlemesiyle yola koyulduğunuzda durunuz durağınız olmuyor. Benim fitilimi de kız kardeşim Sema ve o zamanlarda ortak olduğu Eylem Canpolat ateşledi. Onların yanında usta çırak ilişkisi benzeri bir çalışmayla sektöre girdim. Yaklaşık 9 sene birlikte bir sürü iş yazdık. Sonra herkes kendi yoluna gitti.
H- Her senaryonuz ilki gibi heyecan veriyor mu?
B- Önce bir karın ağrısı oluyor, bu işi başarabilecek miyim, hikâyeyi istediğim gibi anlatacak dünyayı inşa edebilecek miyim, karakterlerin içine girebilecek miyim ya da onlar benim içimden akıp çıkabilecek mi… buna benzer bir sürü soruyla dolanıyorum. Ciddi bir doğum sancısı bu. Hem korkuyor hem istiyor, vazgeçmiyorsun. Sancılar sıklaştığında artık dönülmez noktada olduğunu biliyorsun ve akışına bırakıyorsun. Ama iş doğumdan sonra bitmiyor, bu defa hikâyeyi her bölüm büyütmeye, geliştirmeye çalışırken bir de o hikâyeye dokunacak büyük bir ekiple işbirliği içinde olmaya gayret ediyorsun. Çünkü onu bir yönetmene, oyunculara, bir yapımcıya hem emanet ediyor hem de birlikte büyütmeye devam ediyorsun. Eh, tabi bazen hikâyenin özünü korumak için mücadele etmek gerekiyor, gücün yetmediğinde hikâyenin kırılan her kanadı için için parçalanıyor yine de vazgeçmeden yaşatmaya devam ediyorsun. Bütün bu süreç heyecanla, aşkla, ağrıyla, keyifle, mutlulukla yaşanıyor.
MARTIYLA KAHVE İÇER, DENİZDE BİR CEVİZ KABUĞU OLABİLİRİM!
H- Asla yazmam dediğiniz bir senaryo içeriği var mı? Varsa sebebini öğrenebilir miyiz?
B- Yok. İnsana dair her hikâyeyi yazarım, yeter ki hikâyenin özüyle birlik kurabileyim. Ancak asla birinin kalemi olmam, olamam. Taban tabana zıt olacağım birileriyle bile çalışacak olayım muhakkak hem kendi irademi hem de hikâyenin iradesini ortaya koyarım.
“GEREKTİĞİNDE LUNAPARKTA BİLE YAZABİLİRİM”
H- Peki, “ilham” diye bir şey var mı gerçekten? Yazarken nelerden esinlenerek yazıyorsunuz? Nasıl bir ortamda yazmayı seversiniz?
B- Olmaz mı ama onu getiren periler mi emin değilim. Ham bir duyguyu alıp ince ince işleyerek bir dünya kuruyorsunuz, bu süre zarfında uyurken, yerken, sohbet ederken bile arka planda hep hikâye dönüyor. Misal ben ilhamımı doğanın döngülerinden, insanların dönüşümlerinden alıyorum. Her şey mevcut yaşamın içinde, o anda bana dokunan ve içimde bir yerleri harekete geçiren her ne ise onunla ilgili yazabilirim. Elbette bu akışta yazdığım yazılar için geçerli. Bazen martıyla kahve içerim bazen denizde bir ceviz kabuğu olabilirim. İş senaryoya gelince o bambaşka bir mevzu. Şayet senaryo yazıyorsam geceyi ve yalnızlığı tercih ederim. Ancak hemen her ortamda yazarım. Yayında bir işim varsa bilgisayarım bir organım gibi her an yanımdadır. Şakasız söylüyorum, gerektiğinde lunaparkta bile yazabilirim, zira yazmaya başladığımda dünyayla bağlantım askıya alınır.
H- Sizi yazarken en çok mutlu eden içerik nedir? Hangi insanların öyküsünü anlatmayı seviyorsunuz?
B- Dramatik pornoya girmeden, insanların duygularını kat kat soyabildiğim, sıfatların ötesindeki gerçek özlerine yazarak erebildiğim hikayeleri yazmayı seviyorum. Her insanın kendini tanımladığı bir sürü sıfat var ve fakat işin hakikati öyle mi acaba? O tanımlar ne kadar onlar, kendileri mi söylüyor bunları yoksa yıllarca onlara söylenenleri gerçek olarak mı kabul ediyor? Biraz kazımayı seviyorum sanırım ve buna elverişli hikayeleri yazmak da bana keyif veriyor.
H- Sizi etkileyen bi açıdan da dertlendiren ve yazmaya yönlendiren öykülerle izleyenlerin hayatına dokunuyorsunuz. Yazarken dokunacağınız noktaları, insanların değişim yaşayacağı alanları planlamak da işin matematiğinde var mı?
B- Bazen evet. En başında majör konuyla nasıl dokunurum insanlara ve neleri değiştirebilirim diye bir derdim oluyor. Ancak genelde o majör konu bir süre sonra suyun ana yatağında akarken yandan onu besleyecek karakterler ve hikayeler suyun debisini çok arttırıyor. İzleyicinden gelen yorumlar, ulaşan mailler vs. ile bir bakıyorum ki aklımda bile olmayan yerlere, yaralara da dokunuyorum. Elbette bir matematik var, ama işin içine insan ve duygular girince 2+2 bazen dörtten çok ediyor bazen hiç ediyor.
H- Yazdığınız senaryolar ve karakterler güçlü ve derinlikli, bu durum yazarken sizi duygusal açıdan etkiliyor mu?
B- Öncellikle teşekkür ederim bu yoruma. Ben yazdığım karakterleri büyütüyorum, onlar da beni etkileyerek büyütüyor. Hepsi biraz ben, ben biraz hepsi.
“EN ÇOK İNANDIĞIM HİKÂYE İSE ESMA, GARİP AŞKIYDI”
H- Özellikle İstanbullu Gelin çok beğenilen ve öne çıkan bir işiniz. Biz de büyük bir heyecanla ve keyifle izledik. Dizi tarihinde unutulmayacak bir yeri var. Peki, siz İstanbullu Gelin için neler söylersiniz? Sizce neden bu kadar sevildi?
B- İstanbullu Gelin sevdiğim ve izleyici tarafından da sevilen bir iş oldu. Gerçek hayat hikâyesi olmakla birlikte, kitapta anlatılandan bambaşka bir hikâye kurdum yazarken. Çıkış noktası annesine inat bir kadınla evlenen adam ve onun annesi ile karısı arasındaki çatışmaydı. Kitapta anlatılan hikâye gelin kaynana arasında kurulan köle efendi ilişkisiydi ve erkek karakter neredeyse yoktu. Bir de 2. sezonda anlatılan Esma ve Garip’in aşk hikâyesi de tamamen kurmacaydı. Ben yedi bölümün senaryosuyla 1 ve 2. sezon hikâyesini yazdım. En çok inandığım hikâye ise Esma-Garip aşkıydı. Toplantılarda bu aşka itirazlar gelse de, inandığım şekilde kurdum hikâyeyi ve elbette karşılığının alınması da beni çok memnun etti. Erkek kardeşlerin hikayesi ve Fırat Tanış’ın canlandırdığı karakter de çok katmanlıydı. İlk yedi bölümde Süreyya ve Faruk’un ikili sahnelerinin çoğu ise gerçek hayatta yaşadıklarımdan yazdıklarımdı. Benden sonra işi devralan meslektaşlarım da çok başarılı götürdüler hikâyeyi. Devamını yazmamış olsam da aldığı başarıyı göğsüm kabararak takip ettim. Neticesinde hakiki duygularla kurulan, yazılan, sevgiyle inançla tohumu atılan her hikâye bir şekilde yerini de karşılığını da buluyor. İstanbullu Gelin’in aşkları da meseleleri de izleyiciye o yüzden dokundu.
H- İstanbullu Gelin dizisinin akıllarda kalan özelliklerinden biri de karakterlerin hem iyi hem kötü yanlarını görmemizdi, diyebiliriz. İyi sadece iyi, kötü sadece kötü değildi. Aslında hayatın içindeki gibi diyebiliriz. Yine de dizilerde çok da gördüğümüz dönüşümler değildir. Bunu oluştururken zorlanıyor musunuz?
B- Hayır. En azından yazarken kurarken zorlanmıyorum çünkü inanıyorum, çünkü gerçek ama iş ekrana taşınma noktasına gelince iş çetrefilleşiyor. Zira erkek ya da kadın kahraman mükemmel olmalı, onlar hata yapamaz, kötü huyları olamaz vs. vs. Onların da insan olduklarını anlatmak, kabullendirmek yıllardır hemen her işte mücadele ettiğim bir durum. Anlattığımız elbette bir hikâye ancak masal değil ve gerçek olmayan karakterin dramalarda uzun yaşaması çok olası değil. En azından artık.
H- “Anne”, “Ağlama Anne”, “Melekler Korusun” ve son olarak “ Benim Adım Melek” dizisinde de “anne” temasının öne çıktığını görüyoruz. Bunun sizin için özel bir sebebi var mı?
B- Anne olduğum için olabilir. Aslında bütün bu hikâyeleri baba üstünden de anlatabiliriz. Yani meselenin kökünde bizi biz yapan ilk yuvada ne yaşadıysak, yetişkinlik hayatımızda ya aynısını yapıyoruz ya taban tabana zıt olacağız diye çabalıyoruz. O yüzden örneklediğiniz işlerin hepsi bir nevi varoluşumuzu seçimlerimizi arada kalmışlıklarımızı anlattığım hikâyelere bir kesit açmak. Gerçi daha cesur olmayı istemiyor değilim… Misal hala toplumumuz bir kadının hem anne hem kadın olduğunu kabullenemiyor. Anne olduğunda sanki cinsiyetinden, ihtiyaçlarından, insanı her türlü duygundan sıyrılıyorsun sadece anne oluyorsun gibi davranılıyor. Ve bu yurdum topraklarında birçok kadını, gerçeği ile “olması gereken” diye dayatılan arasında sıkıştırıyor. Biraz biraz buralara da dokunuyorum artık hikâyelerimde. Hemen bir aksi ses gelmiyor mu geliyor tabi ama vazgeçmek yok. Kadın ya da erkek fark etmez. Bütün sıfatlardan ve cinsiyetten önce hepimiz sadece insanız.
H- Türk izleyicisi en çok hangi içeriği izlemekten hoşlanıyor ve sizce neden?
B- Elbette drama. Ezilen, haksızlığa, uğrayan, ayrılan, acı çeken, isyan eden, özgürlüğü özleyen, eşitlik isteyen, emeğinin hakkını alamayan… daha bir sürü şey ekleyebiliriz buna, bütün bu insanlar, inandıkları, savundukları, görüşleri ne olursa olsun ortak bir noktadan, aynı özden konuşuyor ve yaşıyor aslında. Kimi türkü yakıyor, kimi marş çalıyor, kimi için için ağlıyor, kimi ulu orta isyan ediyor. Neticede hepsi insanca yaşama ihtiyacını dile getiriyor. Şimdi hikâyelerde de durum şu oluyor, ya bu duyguları yaşayanlar şayet yaşadıklarının kabulündeyse benzer durumdaki karakterle bağ kuruyor ya da yaşadıklarının farkında olmayı seçmeyen, kabullenemeyenler karakterlerle bağ kurmak yerine onları eleştiriyor, yargılıyor vs. Ama hepsi de seyrediyor çünkü kabul de etse ret de etse ekranda izlediğiyle yaşadıklarının benzerliğini özü biliyor.
H- Eminim, “Haftaya dizide ne olacak? Dizinin sonu nasıl bitecek?” gibi pek çok soruyla karşılaşıyorsunuzdur. Böyle durumlarda ne yapıyorsunuz?
B- Böyle sorulara verdiğim fiks cevap; “Bilirsen haftaya aynı heyecan ve keyifle izlemezsin ve bu keyfi elinden almaya hakkım yok, izle de gör.” oluyor.
“BU DA GEÇER” DİYEBİLMEK, KARANLIĞIN ARDINDA IŞIK VAR UMUDUNU VERMEK HEP BİR SORUMLULUK
H- Televizyonda uzun soluklu dizilere imza attınız. İzleyiciyi her hafta ekran başına çekmek, diziyi merak ettirmek büyük başarı. Peki, bu durumun size yansıyan kısmına gelirsek, sizde nasıl bir etki bırakıyor? Senaryosunu yazdığınız bir dizide izleyiciye karşı nasıl bir sorumluluk hissediyorsunuz?
B- Öncelikle her hafta yine yeniden sınava girer gibi bir heyecan oluyor. İzleyici “bu hafta ne olacak” diye beklerken, ben de bu hafta da beğenecekler mi diye bekliyorum. Merakı sürdürmek, her hafta hikâyeyi büyütmek, vakti gelince kavşaklarda savrulmadan yola devam etmek zorlayıcı, nefessiz çalışmayı gerektiriyor. Bu iş cidden aşkla yapılmazsa çekilecek dert değil. Bir de yazdıklarımdan sorumluyum. Öyle kafama göre mesnetsiz, önünü sonunu düşünmeden, varacağı yeri bilmeden yazabilme lüksüm yok. Olmamalı da zaten. Bir vaadim oluyor hikâyede ve bir halka açıyorum ilk bölümle, son bölüme geldiğimde o içten dışa açılan halkaları birer birer kapatmak işin esası. İnsanları etkilerken, düşündürmek, derdine derman olmak, yalnız olmadığını hissettirmek, “Bu da geçer.” diyebilmek, karanlığın ardında ışık var umudunu vermek hep bir sorumluluk. Üstelik hikâye ister mutlu sonla bitsin ister acıyla bitsin, bundan bağımsız hayat devam ediyor ve edecek demek var. O yüzden yazarken benim için en önemli hususlar, gerçek hikâyeler kurmak, acı tatlı hayatın içinde akmak ve bunu yaparken dramının pornosunu yapmamak.
H- Sizinle sohbet çok keyifliydi. Sizi tanıdığıma çok memnun oldum. Teşekkür ederim.
B- İncelikli sorularınız için ben teşekkür ederim. Ben de anlatırken çok keyif aldım.
Berfu Ergenekon'un Senaryosunu Yazdığı TV Dizileri:
2019 – Benim Adım Melek
2018 – Ağlama Anne
2017 – İstanbullu Gelin (1. ve 2. sezon)
2016 – Anne
2016 – Kalbim Yangın Yeri
2014 – Boynu Bükükler
2013 – Karadayı (2. ve 3. sezon)
2010 – Yer Gök Aşk
2010 – Lale Devri
2009 – Melekler Korusun
2007 – Vazgeç Gönlüm
2007 – Senden Başka
2006 – Gümüş (3. sezon)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.