Baha Durmaz

Baha Durmaz

Fetihten Zafere 1071’den 1922’ye

Fetihten Zafere 1071’den 1922’ye

Ata Yadigarı Anadolu!

Türkler, tarihin en kadim milletlerindendir. İnsanlığın var olduğu günlerden bu yana tarih sahnesinde öyle ya da böyle hep yer edinmişlerdir. Türkistan coğrafyasında gözlerini açtıkları günden bu yana içlerinde hiç bitmemiş bir cihan hakimiyeti anlayışları, soluksuz bir mücadelenin merkezinde kalmalarına sebep olacaktı. Türklerin ataları olarak bilinen Hunların büyük göç hareketinden sonra artık Türkler için tek bir mekân algısı yapmak oldukça zordu. Anadolu’ya yapılan ilk keşif hareketleri Avrupa’daki Hunlar dönemine kadar uzanıyordu. Sonrasında onu diğer Türk boyları takip ediyordu. Türklerin İslamiyet’i benimsemesiyle birlikte cihan hakimiyeti anlayışı daha da güçlenerek yerini cihat anlayışına bıraktı.

Ön Asya yakınlarında doğum sancıları çeken Kınıkların iki yiğidinden biri olan Çağrı Bey ile yeni bir serüven başlıyordu. Karındaşı Tuğrul Bey’e devletlerinin daha da ilerleyeceği, soylarının soylanıp cihanın batısına kadar ulaşacağı yeni toprakları muştuluyordu. Çağrı Bey oğlu Alp Arslan’a belki de Anadolu’nun fethinin tamamlanması gerektiği işaret ediyordu. Çağrı Bey böyle bir vazifeyi verdi mi bilinmez ama oğul Alp Arslan, amcası Tuğrul Bey’in vefatından sonra yönünü batıya doğru çeviriyordu. Öncelikli olarak Doğu Anadolu bölgesinde yer alan birçok Gürcü, Ermeni ve Bizans mevkileri teker teker ele geçirildi. Akabinde güneye inilerek İslam’ın demir miğferinin Selçuklu devleti olduğu pekiştiriliyordu. Her geçen yıl Anadolu coğrafyasında etkinliğini arttıran Türklere karşı Bizans’ın kesin suretle bir şeyler yapması gerekirdi.  Malazgirt şafağında gerçekleşen mücadeleler açıkçası Bizans’ı çokta mutlu etmiyordu. Bizans’ın yeni ve kendini ispat etmeye niyetli olan imparatoru Romen Diyojen kararını verdi. Türkler, geldikleri Anadolu’dan atılmalıydı. 13 Mart 1071'de Konstantinopolis'ten büyük bir coşkuyla ayrılan Bizans ordusu yanındaki diğer birliklerle birlikte yüz binleri buluyordu. Bizans ordusunda, Rum ve Ermenilerin haricinde Slav, Got, Alman, Frank, Gürcü ve Türk boylarından olan Peçenekler ve Uzlarda bulunuyordu. Büyük bir orduyla Selçukluların üstüne gelen Bizans imparatoru Diyojen kendisinden oldukça emin gözüküyor ve Selçukluların karşılarında durabilme ihtimallerini neredeyse hiç düşünmüyordu. Diğer taraftan Selçuklu hakanı Alp Arslan güney topraklarında Halep yakınlarında Mısır seferi için hazırlıklarına devam ediyordu. Bizans’ın büyük bir orduyla üzerine geldiğini öğrendiğinde Mısır seferinin hazırlıklarını yarıda bıraktı. Alp Arslan, ordusu içerisindeki yaşlanmış, meydan muharebesini kaldıramayacak olanları Halep yakınlarında bıraktı. Alp Arslan Silvan’a ulaştığında imparatorun Malazgirt Kalesi’ni zaptedip halkını kılıçtan geçirdiğini öğrendi. Daha sonrasında Ahlat’a doğru yola çıktı. Ana muharebe öncesinde iki ordunun birlikleri Ahlat yakınlarında çatışmalar yaşadı. Büyük karşılaşmadan önce yapılan öncü savaşlarının tamamı Selçuklular tarafından kazanılmış oldu.

 

Ölürsem Kefenim Olsun!

            Bütün Müslümanların İslâm’ın zaferi için dua ettikleri cuma günü öğle vaktinde düşmana saldırması tavsiyesine uyarak ordusuyla birlikte cuma namazını kıldıktan sonra “Ölürsem kefenim olsun” dediği beyaz bir elbiseyle askerin karşısına çıktı ve şöyle dedi: “Ben, Müslümanların camilerde bizim için dua etmekte oldukları bu saatlerde düşmanın üzerine atılmak istiyorum. Galip gelirsek arzu ettiğimiz sonuç gerçekleşmiş olur, yenilirsek şehit olarak cennete gideriz. Bugün burada ne emreden bir sultan ne de emir alan bir asker var; ben de içinizden biri olarak sizinle birlikte savaşacağım; benimle gelmek isteyenler peşime düşsünler, istemeyenler serbestçe geri dönebilirler.” Alp Arslan bu ünlü konuşmasının ardından Anadolu’nun kapıları açılmaya başlayacaktı. 26 Ağustos Cuma günü başlayıp aynı gün içinde Selçuklu zaferiyle sonuçlanan Malazgirt savaşı ile birlikte Anadolu’nun birçok bölgesine Selçuklu komutanları adeta akın ediyordu. Türkler önemli bir direnişle karşılaşmadan Anadolu içlerine akarak kısa zamanda Ege ve Marmara kıyılarına kadar ilerlemişler ve bu defa istilâ ve yağma amacı taşımadan fethettikleri toprakları vatan edinip Saltuklu, Mengücüklü, Dânişmendli, Dilmaçoğulları, Ahlatşahlar, Yinaloğulları, Çubukoğulları ve Artuklu devletlerini kurmuşlardı. Selçuklu hanedanlığının Anadolu’daki temsilcisi Anadolu Selçukluları da yine bu dönemde kuruluyordu. Yıllar sonra Moğollara yenilen Selçuklular Anadolu’yu kaybettikten sonra bu seferde başka bir Türk boyundan gelen Osmanlıların yükseliş dönemi başlıyordu.

 

Bu sahada akan Türk kanları, bu semada uçuşan şehit ruhları!

            Malazgirt Savaşının üzerinden asırlar geçmişti. Türklerin, yüzlerce yıldır vatan toprağı dediği Anadolu işgal altına girmişti. Osmanlı Devleti girdiği ölüm kalım mücadelesinden yani I. Dünya savaşından mağlubiyetle ayrılırken batılı emperyalist güçler sanki 1071 yılının da intikamını alabilmek için Anadolu’nun da birçok noktasını işgale başlamışlardı. 1919’da başlayan bu onursuz işgale karşı Anadolu insanı ve birçok vatansever teslim olmayı düşünmemişti. Elindeki kolorduyu dağıtmayan Kazım Karabekir, düşmanı İzmir topraklarında görünce dayanamayıp "Olamaz, olamaz, böyle ellerini sallaya sallaya giremezler" diyerek yanında bulunan revolver ile düşmana ilk ateşi açan Hasan Tahsin, İstanbul Boğazında demirleyen haçlı gemilerini gören ve sonrasında “Geldikleri gibi giderler!” diyen Mustafa Kemal Paşa, “Maraş bize mezar olmadan düşmana gülzar olmaz” diyerek bir direnişi ortaya koyan Sütçü İmam ve niceleri. Böyle bir mücadelenin içindeydi Türk insanı. Bu direnişin karşısında yer alanlara rağmen, yoksulluğa rağmen, fıtrat değişmiyordu. 1071 yılında Alp Arslan’ın cesaretini bu seferde 1922 yılında Mustafa Kemal Paşa ortaya çıkarıyordu. Umutların tükendiği yerde, cihanın titreyip dile geldiği an da Sakarya Savaşında şu sözleri söylüyordu: “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz.” Vatan terk olunmamıştı. Türkler, kendilerine vatan olarak seçtikleri, yüzlerce yıl yaşadıkları yerde kalıp ölmeyi tercih etmişlerdi. Sakarya savaşıydı bir başkaldırış. Türklerin, geri çekilişinin son bulduğu ve tekrardan tüm ruhaniyetiyle ayağa kalktığı yer Sakarya’ydı! 

 

Türk’ün Fıtratı

            26 Ağustos güzel bir tarihtir. Kutlu bir gündür. Malazgirt’ten Kocatepe’ye, 1071 yılının bir cuma sabahından 1922 yılının bir cumasının ertesine. Dudaklarında dualarla ilerleyen on binlerce vatan evladı. Sabahın ilk saatlerinde Türk topçusu muştuluyordu zaferin ilk sesini. Bir gün boyunca devam eden Türk akınları netice vererek Afyonkarahisar’ı geri kazanıyordu. Pazartesi ve salı günü boyunca da devam eden taarruzlar düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda süratli ve düzenli bir şekilde uygulanıyordu. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekâtı, Türk ordusunun kesin zaferi ile sonuçlandı. Büyük Taarruz'un son safhası Türk askerî tarihine Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak geçti. 30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak Mustafa Kemal Paşa'nın ateş hatları arasında, bizzat Zafertepe'den idare ettiği savaşta, tamamen yok edildi veya esir edildi. Aynı günün akşamında Türk birlikleri Kütahya'yı geri aldı. Anadolu'daki Yunan kuvvetlerinin yarısı imha veya esir edildi. 1071 yılından bu yana Bizans ve onun devamı olanların acı kaderi buydu. Yunan ordusu Başkomutanı General Nikolaos Trikupis ve kurmayları ile 6.000 asker, 2 Eylül de Uşak'ta Türk birliklerine esir düştüler. Fıtrat değişmiyordu. Trikupis, Diyojen gibi esir alınıyordu. 9 Eylül'de Türk birlikleri İzmir'e girdi. 8 Eylül'de de Batı Anadolu Yunan işgalinden kurtarıldı. 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Ateşkes Anlaşması ile Doğu Trakya, silahlı çatışma olmadan Yunan işgalinden kurtarıldı. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Antlaşması ile savaş resmen sona erdi ve Türkiye Anadolu’nun kendisine ait olduğunu tüm dünyaya kabul ettirdi.

Mustafa Kemal Paşa, Zafertepe’de 30 Ağustos 1924 tarihinde Büyük Zafer'in önemini şu şekilde ifade ediyordu “Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk Devleti'nin, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin temelleri burada atıldı. Ebedî hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada uçuşan şehit ruhları, devlet ve cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır…”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Baha Durmaz Arşivi