Çocuklarımıza milli şuur kazandırmak
Merhum Ahmet Kabaklı yaklaşık 30-40 yıl önce Tercüman gazetesindeki ve Türk Edebiyatı Dergisi’ndeki bir yazısında Japonya gezisini anlatmış ve Japonlar’ı “Şehadetsiz Müslümanlar” diye tarif ediyordu.
Daha sonraki yıllarda eski sanayi bakanlarımızdan merhum Mehmet Turgut’un “Japon Mucizesi ve Türkiye” kitabını okuyarak Japonya konusunda daha geniş bilgi sahibi oldum.
Japonlar’ın yükselişi, dünyanın önemli ülkesi olması, refah seviyesinin çok yüksek olması tesadüf değil, alın teri, göz nuru yani çok çalışmaktır. Çok çalışmak elbette yeterli değildir, pek çok başka sebepler de vardır. Geleneklerine bağlı olmaları, şatafat, lüks ve gösterişten kaçmaları vb. sebepler...
Milletimizin çok güzel hasletleri var ama, bunun yanında çok eksiklerimizin de olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Paramızın değer kaybetmesi hakkında her gün haklı olarak çeşitli hesaplar yaparız da kaybolan, dejenere olan değerlerimiz hakkında maalesef kafa yormayız, tedbir almayız ve çaresizlik içinde teslim oluruz.
Çok severiz ama, sevdiklerimizi çok az tanır çok az biliriz. Konya olarak düşünecek olursak; herkes Hz. Mevlana’yı, Şems Tebrizi’yi bilir ama bunların kim olduğunu bilenimiz çok çok azdır. Birisi Mevlana ve Şems’in kim olduğunu anlat dese, haklarında 3-5 kelamdan fazla laf edemeyiz. Diğer kahramanlarımızı da tanımayız maalesef. Kahramanlarımızı tanımayınca da çocukların idealleri, ülküleri, kızıl elmaları olmuyor. Daha da acısı bir kısmı mankurtlaşıyor. İyi ki son yıllarda bazı tarihi filmler yapıldı ve yapılmaya devam ediyor da bazı gençler, insanlar tarih şuuruna sahip olmaya başladılar.
Danimarka eğitim sisteminde çocuklara ilköğretimde (ilk ve ortaokul beraber) ve lisede her sınıfa göre belli temel kitaplar okutulur ve öğrencileri ülkeleri, yazarları, çizerleri öğretilir. Sık sık müze ziyaretleri yapılarak geçmişleri hakkında, değerleri hakkında bilgiler verilir ve kültürleri öğretilir ve sevdirilir. Kitaplarındaki bilgiler çok faydalıdır. Bir öğrenci 1000 yıl önceki hayatı, danimarka tarihini müzelere defalarca giderek kendi kültürünü ve tarihini öğrenir. Çok büyük açık hava müzelerine giderek eskiden Danimarka’da hayatın nasıl olduğunu, atalarının nasıl yaşadıklarını onların evlerini, hastanelerini, tarım aletlerini, kültürünü kısaca eski Danimarka’yı çok güzel öğrenirler. Bütün bu öğrendikleri bir şuur haline, bir kültür haline geliyor haliyle.
Konu ile ilgisi olması açısından internette dolaşan ibretli bir bir yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.
JAPON EĞİTİMCİLERİN, EĞİTİMİMİZE YORUMU
Yıl 1984. Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanlık makamında rahmetli Turgut Özal var. Aynı dönemin Milli Eğitim Bakanı ise Sayın Vehbi Dinçerler. Ülkesinin geleceği adına çözüm yolları araştıran Turgut Özal, eğitim konusunda da Japon pedagoglara bir araştırma yaptırmak ister ve ülkemize davet eder. Eğitim konusunda uzman bu heyet, Türk gençleri hakkında araştırma yapmak üzere ülkemize gelirler. Bir süre ülkemizin değişik yerlerinde görüşmelerde ve temaslarda bulunurlar. En nihayetinde araştırmalarının sonuçlarını açıklamak üzere Başbakanımız Sayın Turgut Özal’ın yanına çıkarlar. Milli Eğitim Bakanımız da bu sırada orada bulunmaktadır. Heyetin vardığı netice gayet açık ve kısadır.
-Sizin gençlerinizde milli şuur yok!
Yöneticilerimiz aldıkları bu üzücü cevap karşısında hayretler içerisinde kalır ve hemen sorarlar:
-Peki, siz Japon gençlerine milli şuur verme adına neler yapıyorsunuz?
“Biz” diyor, Japon eğitimci, “Okula başlayacak olan çocuklarımıza bir program uygularız. Önce onları en gelişmiş fabrikalarımıza götürür, robotların yaptığı makineleri gösteririz.
Makine yapan makineler karşısında hayret ve hayranlık içinde kalır masum yürekleri.
Anlayacakları bir dille, orada yapılanları açıklarız. Bu fabrikaların sadece Japonya’da yapılabildiğini, başka milletlerin bunu başaramadıklarını, okul öncesi çocuklarımıza anlatırız.
O küçücük çocuklar, duyduklarına hem şaşırırlar, hem de çok mutlu olurlar.
Bu geziler tamamlanır.
Çocuklar, saatte 250-300 km sürat yapan trenlere bindirilir. Bu araçların da sadece Japonlar tarafından yapılabildiği vurgulanır. Eğer kendileri de iyi ve düzenli çalışırlar ve Japon olduklarını unutmazlarsa, bunların daha lüks ve daha süratli olanlarını yapabileceklerdir.
Bu geziler zinciri, onlara Japon olmanın ne kadar önemli bir şans olduğunu kabul ettirir. Sonunda yolları, Nagazaki ve Hiroşima’ya düşürülür.
Orada, Japonların İkinci Dünya Savaşı sırasında başlarına gelen felaket anlatılır. Bu çalışkan milletin düşmanları da vardır. Eğer daha çok ve daha dikkatli çalışmazlar ve iyi Japon olmazlarsa, kendilerinin de başına, bu bombaların daha beteri atılabilir. Çünkü eski düşmanlıklar, bütünüyle bitmiş değildir.
Çocuklar, atom bombası atılmış şehirlerde yaşanan acı hatıralarla sarsılırlar. Zira atom bombasından geriye, sadece on binlerce ölü, yaralı ve ot bile bitmeyen topraklar kalmıştır. Bu dehşetli gerçek, onları derinden derine etkiler.
Okul hayatında da, bu bilgi ve bilinç çerçevesi etkili bir biçimde genişletilir. Dolayısıyla bu gençlerin Japon olmaktan başka çareleri kalmaz.”
Japon eğitimci, atom bombası şerrinden, başarı sonucu çıkaran uygulamayı anlatırken, bizim etkili ve yetkili bir eğitimcimiz ağzından şu cümleyi kaçırıveriyor:
“-Keşke bizim de bir Hiroşima’mız, bir Nagazaki’miz olsaymış…”
Japon’un verdiği cevap çok ibretlidir ve bizim eğitimsiz eğitimcimizi kızartacak cinstendir:
“-Bildiğim kadarıyla, sizin yüz Hiroşima ve Nagazaki’den çok daha değerli bir yeriniz vardır.”
“-Neresidir Efendim?”
“-Siz oraya Çanakkale dersiniz. Sizin Çanakkale'niz on Hiroşima eder!”
Eğer siz, Çanakkale’de dedelerinizin yaşadıklarını, çocuklarınıza tam manasıyla anlatabilseniz, sizin çocuklarınız da, milli ve manevi şuuru içinde yetişmekten başka yol aramazlar.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.