Kültürel Tarih: Bilmek, ziyaret etmek, tanımak
Ne güzel bir coğrafyada yaşıyoruz da kıymetini biraz az mı biliyoruz acaba Saygıdeğer Okurlar?
Niye böyle başladım söze, çünkü tarih dediğimiz yalnızca bu köşeden aktardığımız tavsiyeler, hatıralar, bilgiler değil. Tarih dediğimiz aynı zamanda somut bir şey. Şehirlerimizin köşelerinde nöbet tutan, bize geçmişimizi hatırlatan, geçmişte yaşamış atalarımızı hatırlatan siluetler aynı zamanda.
Yıllar evvel New York’a bir konferans için gittiğimde şehri gezme fırsatı olmuştu. O arada tur rehberi yaklaşık 150 yıllık bir binayı gösterip övünçle turistlere ‘tarihi’ binanın ne kadar kıymetli olduğunu anlatmıştı. Ben de bıyık altından gülmüştüm tabi.
Ne de olsa bizim köylerimizin nicesinde ondan eski camiler, kiliseler, medreseler, hanlar var diye geçirmiştim içimden.
Lakin yıllar geçtikçe o rehberi daha çok yâd eder oldum. O ve o anlayış 150 yıllık binayı koruyup kollarken biz bayağı har vurup harman savuruyoruz anlaşılan.
Hayır, kastım yalnızca bazı restorasyonlarda gördüğümüz eskisinden güzel yaparım anlayışı değil. Kastım var olanın kıymetinin bilinmediği gibi bu kıymetlerin bize, kendimize anlatılmıyor oluşu. Fatih Sultan Mehmet’in ifadesiyle şehri fethetmek kolay idi, zor ve elzem olan ise ihya ve imar etmek idi. Onlar ihya ve imar ettiler de biz ne kadar sahip çıkıyoruz şüpheli. Sahip çıktıklarımızı ne kadar anlatıyoruz, o da meçhul.
Nice kadim kenti barındırıyor Anadolu, buna hepimiz şahidiz. Hala yaşayan bin yıllık yapılara dahi kentlerimizde rastlamak mümkün. Antik kentleri hiç saymıyorum. Onların kalıntıları çok daha eski. Onlar ayrı kıymet. Ama kastım onlar değil. Yaşayan tarihler.
Yalnızca İstanbul da değil kastım. Bursa, Diyarbakır, Konya, Erzurum, Elazığ, Niğde, Kars, İzmir, Isparta. Nice güzel şehrimizde nice güzel eser var. Peki bunlardan kaçını biliyoruz, ziyaret ediyoruz, tanıyoruz?
Hem bilmek hem ziyaret hem tanımak dedim. Bile isteye üç adım sayıyorum ki her adım ayrı başlık.
Önce bilmek gerek. Hangi şehrimizde ne var, hatta yaşadığımız şehrimizde neler var. Bu konuda kültür ve turizm müdürlüklerinde yeterince bilgi var, şehirlerdeki eserlerin kayıtları da tutuluyor, listeleri de internet sitelerinde yer alıyor. Yani kolay bir internet taramasıyla pek çok eseri bilmeye yakınız.
Bu aşama en kolayı, ben de kendi adıma bunu yapmaya çalışıyorum. Her ziyaret edilecek şehirde ve hatta yolculuk güzergahlarındaki her şehirde yer alan eserleri tarıyorum.
Sonra geliyor ikinci aşama: Eserleri ziyaret. İşte burası zurnanın zırt dediği yer. Biraz kaba oldu ama öyle maalesef. Çünkü bu eserlerin pek çoğunu ziyaret edemiyorsunuz. Anadolumuz bin yıldır Türk-İslam notalarıyla boyandığı için, bu eserlerimizin pek çoğunu cami oluşturuyor. Ama camileri ziyaret edebilmek öyle kolay değil. Çünkü vakit namazına denk gelmeniz lazım. Gün içerisine iki tane vakit sığdığından mütevellit de çok çok iki camiyi görebilirsiniz. Şansınız varsa üç de olabilir.
Neden mi? Çünkü İstanbul, Konya, Bursa, İzmir gibi turiste alışkın şehirlerimiz istisna, pek çok Anadolu şehrinde camilerimiz kapalı tutuluyor. Sorarsanız güvenlik riskleri, asayiş problemleri dile getiriliyor.
Kapalı tutmanın hangi sorunu çözdüğünü bilemiyorum. Hırsıza kilit olmaz, dosta güzel olurmuş. Bizim camilerin kapı duvar halleri de bana sürekli bunu hatırlatıyor. Camilerin asıl işlevi unutulduğunu da gözümüzün içine sokuyor.
Eski şehirlerimizin merkezinde ulu camiler, bunların etrafında da bedestenler, medreseler, imaretler, hanlar, hamamlar sıralanırlardı. Bu alanlar kamusal hayatın geçtiği bölgeler olarak akşama kadar hareketli idi, insanlar burada hem kolektif işlerini görür hem de şehrin nimetlerinden faydalanırlardı.
Şimdi de pek çok şehir merkezimiz aynı hüviyette. Aynı bölgelerde hayat devam ediyor, lakin bu merkezlerdeki camilerde hayat sadece namaz vakitlerinde canlı. Oysaki değil mi kamu görevlisi olan imamlar camilerin emini. Emanete yalnızca kilitlerle sahip çıkıyorsak vay ki vay halimize. O kapılar herkese açık olsa, gelenlerle arada camilerin hikayeleri, tarihleri üzerine sohbetler edilse kötü mü olur? İyi örnekler de var muhakkak ama yıllardır gezdiğim küçüklü büyüklü ilçelerde, illerde çok istisnadır böyleleri.
O zaman geliyor üçüncü adım. Tanımak. Tanımak için görmek gerek, hikayesini ve tarihini bilmek gerek. Geçmişten dersler çıkacaksa, kadim tarihimiz yeni nesillere aktarılacaksa, o mimari şaheserlerin estetiği anlatılacaksa içinde anlatmak gerek. Yerinde öğretmek gerek.
İsim vermeyelim de son bir şehir ziyaretinde beş camiden biri açık, kiliseler, bedestenler, konaklar hepten kapalıydı.
Mesele turizm değil sadece, mesele kültür. Ah öğrensek keşke.
Bu da bana dert oldu. Not düşmüş olalım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.