Bir Belgesel Okuması: Ahtapottan Öğrendiklerim
O sırada, bu kadar sıra dışı bir şeye şahit olduğumun farkında değildim…
Güney Afrika’da çekilen bir belgesel ile ilgili duygu ve düşüncelerimi aktarmak için buradayım.
2020 yılında tamamlanan bu belgesel Craig Foster adında bir adamın Atlas Okyanusu’nda tanışıp (!) arkadaş olduğu ve çok güçlü bir bağ kurmayı başardığı deniz canlısıyla ilgili.
Deniz canlısı ve bağ kurmak deyince aklınıza hemen Yunus balığı mı geldi yoksa? Hayır, aslında ben bir ahtapottan söz ediyorum. Her ne kadar kulağa vahşi bir hayvanmış gibi gelse de ‘Denizlerin beyni’ olarak adlandırılan bu canlıların aslında ne kadar uysal, zeki ve duygusal olduğunu bahsi geçen belgesel ile idrak etmiş oldum.
Cins bir kedi, çok sevimli evcil bir köpek veya kafeste beslediğimiz bir kuş değil; bir ahtapot bir insanda ne kadar şefkat ve sevgi duygusu uyandırabilir?
Köklü bir değişim geçirmem gerekiyordu…
Belgesel yapımcısı olan Craig, yoğun iş temposuna bağlı olarak, özetle; depresyona girmiş bir ahvâl-i ruhiye ile karşılıyor bizi. Meslekî deformasyon ve yaşadığı zorluklardan bahsettikten sonra kendince bulduğu çıkış yolunu tek cümleyle özetliyor: Denizde olmak…
Kemâlat teferruatta saklıdır…
Okyanusun soğuk sularında bir keşif yolcuğuna başlayan Craig, sıradan insanların ‘sıradan’ diye nitelendireceği hiçbir detayı kaçırmadan fotoğraf ve video kayıtlarıyla gözlemlerine devam ediyor. Derken… Müstakbel dostunu ilk gördüğü ânı anlatıyor. Bunu anlatırken ne denli heyecanlı olduğunu mimiklerinden rahatça anlayabiliyoruz.
Herkes dünyayı kendi gönül penceresinden seyreder. Bizler için belki de sadece bir hayvandan ibaret olan o ahtapot Craig’i ilk gördüğü anda korunma içgüdüsüyle (doğal olarak) kaçıyor. Fakat Craig bunu teferruat olarak telakki etmeden takip etmeye devam ediyor ve bunun sebebini şöyle izah ediyor: Bu canlıda son derece alışılmadık bir şeyler olduğunu hissediyorum. Onda özel bir şeyler var…
İşte hayatın bu tür incelikleri teferruat denilip kenara konulacak şeyler değildir. İnsanın hayatını zenginleştiren, ruhun kemâlatını, insanın diğer varlıklarla olan ilişkisini ortaya çıkartan buluşma anlarıdır, tecrübe alanlarıdır. Çünkü hayatımızın incelikleri, nakışları, dokuları buralarda ortaya çıkar.
Serüvenin başlangıcı…
Craig bir karar alıyor ve bu kararın çılgınca olduğunu itiraf etmekten imtina etmiyor. Her gün denizin dibine dalarak aynı yere gidecek ve sadece denizin değil ahtapotun da derinliklerine inecekti. Sadece yaşamsal bir ritüeller silsilesi izleyeceğiz zannederken aslında iyi bir öğretmenin bizlere konuşmadan nasıl ders verdiğinin farkına sonradan varacağız.
Evet, tahmin ettiğiniz gibi Craig bu kararıyla ilgili çok fazla düşünmeden söylediğini yapmaya başlıyor ve bir yıl boyunca hiç aksatmadan her gün aynı yerde kendisine iyi gelen dostuyla vakit geçiriyor. Öyle ki artık her geçen gün birbirlerine daha çok yaklaşıyorlar, hatta temas ederek rutin bir selamlaşmaları bile oluyor.
Biz iki âşık kafaları karışık…
Başkahramanımız bilge ahtapot neredeyse her tavrıyla bize ders vermeye devam ediyor. Hayata karşı duruşu, başına gelen zorluklarla mücadele edip ertesi gün yeniden başlaması, başkalarına karşı duyarlı olması…
Craig o kadar bağlanıyor ki âdeta terapi niyetiyle bazen geceleri bile onu ziyaret ediyor, avlanması, yüzmesi, balıklarla oynamasını izleyip bundan mutluluk duyuyor. Belgeseli izlerken tipik bir flört seyreder gibi hissediyorsunuz. Birlikte yüzüyor, sarılıyorlar ve sosyalleştikçe ilişkileri daha da derinleşiyor. Elbette bir saatlik yapım bunlardan ibaret değil.
Z kuşağı’nın spoiler diye ifade ettiği, belgesele dair birçok detay ve ipucu vererek seyir keyfinizi ve hazzınızı kaçırmaktan imtina ederim. Fakat şu hususu da atlamayı hiç istemiyorum; güllük gülistanlık diye tarif edeceğimiz bir hikâye asla değil. Ahtapotun karşılaştığı zorluklar, Craig’in tepkisi veya tepkisizliği, başlarından geçen hazin olaylar… Bir arkadaşım bana ‘Ahtapot belgeseli izlerken gözyaşlarıma hâkim olamadım’ deseydi buna kahkaha atarak gülerdim. Ama vicdan ve merhamet barındıran her canlının olanları izledikten sonra -en azından- duygusallaşacağına eminim.
Sözün Özü…
Doğa ilk önce nezaketi öğretir.
Gerçeküstü sayılabilecek bu mucizevi deneyim bizlere masalsı manzaralarla sunuluyor. Neticede insanoğlu ömründe kaç defa okyanusun derinliklerine dalar ki? Muazzam çekim teknikleriyle profesyonel hazırlanmış bir yapım olduğu âşikar. Hiç şüphe yok ki eleştiriye konu olacak çok fazla yönü de var. Ama onları hiç kaleme almadan yazıma son vermeyi yeğlerim.
Doğadaki ürkek bir hayvanın güvenini kazanmak çok farklı, tatmin edici bir tecrübe. Buna gıpta ile bakmamak elde değil. Foster, ömrünün bir yılını ahtapot dostu için harcadığına pişman değil. Bilakis bu hatıraları anlatırken zaman zaman gözleri doluyor.
Bir ahtapotun bir insanla nasıl bağ kurabileceğini merak etmiyorsanız, bir ahtapot yüzmekten ve yemek yemekten başka ne yapabilir ki sorusuyla zihninizi hiç meşgul etmiyorsanız, Aristo’nun “Gerçek bir arkadaş iki gövdede yaşayan ruhtur” sözünün iki farklı canlı türüyle de mümkün olabileceğine ihtimal vermiyorsanız, insanoğlunun doğaya ve diğer canlılara ne kadar duyarsız olduğunu zaten biliyorum diyorsanız, doğadaki ritmin nasıl bir öğretmen olduğuyla da ilgilenmiyorsanız… yine de izleyin derim. Neden biliyor musunuz?
Çünkü su altı dünyası o kadar renkli ve heyecanlı ki… Sadece o masalsı görüntüler için bile seyredilir: )
“Ahtapot bana burada bir ziyaretçi değil, doğanın bir parçası olduğumu öğretti!”
- Yapım: Netflix
- Yapım Yılı: 2020
- Yönetmenleri: James Reed, Pippa Ehrlich
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.