VAROLUŞSAL SANCILAR, AŞK VE YALNIZLIK: “OSLO ÜÇLEMESİ”
Bu hafta İskandinav sinemasına uzak olanlara “artık mesafeyi aşma vakti” diyorum ve Joachim Trier filmlerine sizin için mercek tutuyorum. İşte Trier’in “Oslo Üçlemesi”… Günlük hayatlar içindeki varoluşsal sancıları, ruhsal gelgitleri izlerken kendinizden mutlaka bir şeyler bulacak fakat onlara ayıracak zamanınızın ve aksiyon alacak gücünüzün olmadığını hissedeceksiniz. Çünkü memleket meseleleri Norveç ile Türkiye’de bambaşka… Dolayısıyla, çoğu zaman izlerken “derde bak, bu da dert mi?” diye acı tebessüm de takınacaksınız.
REPRISE (TEKRAR)
Üçlemenin ilk filmi; dostluk, edebiyat, kişisel hırslar ve aşk üzerine… Norveç’in soğuk atmosferi ve o soğuk atmosferi yansıtan depresif karakterlere sahip... Kendilerini bulundukları yere ait hissetmeyen ve yazar olmak isteyen iki yakın arkadaşın kasvetli hikayesini izliyoruz.
Eric ve Philip, yazar olmaya çalışan çok yakın iki dost. İkisi de bu hayalini bir şekilde gerçekleştiriyor ancak o yolda yaşadıkları, hissettikleri ve amaca ulaştıktan sonra oldukları kişi bambaşka artık… Zira bazen amaca ulaşma mücadelesi güzeldir; elde ettikten sonra ortada amaç kalmayınca umut da biter. Philip’e ulaştığı amaç, yani yazarlık mutluluk vermez. Eski günlerin özlemini çeker ve o günleri aynı güzellikte yeniden yaşamaya çabalar. Peki bu mümkün müdür? Film bu soruya, “Hiçbir şey aynı güzellikte tekrar edemez, mutluluk veremez” yanıtını veriyor. Eric ise, yaşadığı hayatı, büyüdüğü şehri bırakıp, bambaşka bir dünyaya kapılarını açar, başarılı bir yazar olarak mutlu olmayı becerir. Amacına ulaşmak ona haz verir. Bu iki dostun hikayesini erkek bakış açısıyla izliyoruz. Hatta çoğu zaman kadın düşmanı karakterlerin dünyasına da giriyoruz. Filmde kadınları dışlayan bir erkek arkadaş grubu var. Bir sohbet sırasında şöyle bir argüman duyuyoruz; “kızlar harika olmaz. Güzel ya da "sevimli" olabilirler, hatta ciddi diyet yaparlarsa, seksi bile olabilirler. Hiç bir kızın seni yeni bir müzik türüyle tanıştırdığı ya da lisede okumadığın bir kitap tavsiye ettiği oldu mu? Öyle olsa bile, ya eski sevgilisinden, ya abisinden, ya da babasından bulmuştur. Sadece rol yaparlar." Filmde bu repliğe karşı bir argüman da görmüyoruz. Ancak kadın düşmanı erkeğin, bu nefreti kendisiyle ilgilenen bir kadın bulana kadar sürüyor. Aşık olduğunda centilmen bir erkeğe dönüveriyor. Yazar olmak isteyen Eric de, bu yolda sevgilisinden ayrılıyor. Çünkü ona göre, kız arkadaş demek başarıya giden yolu baltalamak demek. Philip ise, kız arkadaşıyla devam ediyor ancak o da yazarlığı bırakıyor. Sanki kariyer ile kız arkadaş aynı anda olamıyor, seçim yapmak gerekiyor gibi bir alt metin var filmde… Filmin yönetmeni Trier, “kadın düşmanı film” eleştirilerine yanıt verdi. Norveç’in kadın hakları konusunda gelişmiş bir ülke olduğunu söyleyen Trier, “Bazı şeyler aşılmış olduğu için bu konu üzerine rahatça espri yapabiliyoruz. Bu iyi bir şey bence. Ama yine de filmin kadın düşmanı olduğuna katılmıyorum. Bazı karakterler bu şekilde yorumlanabilir, ama zaten her şeyin kusursuz olduğu, ideal bir dünyanın öyküsünü anlatmak istemem.” Diyor.
OSLO 31 AUGUST (OSLO 31 AĞUSTOS)
Üçlemenin ikinci filminde başkarakter Anders ile birlikte melankoli ve yalnızlık içinde bir gün geçireceğiz. Bir gün diyorum zira film bir gün içinde geçiyor. Tarih ise, adından da anlaşılacağı üzere 31 Ağustos…
Anders, zeki ve donanımlı bir karakter. Ancak, ruhsal bir çöküntü yaşamakta… Şehir dışında bir uyuşturucu rehabilitasyonuna katılan Anders, tedavisinin tamamlanması üzerine sağlık merkezinden ayrılıp eski şehir hayatına, arkadaşlarının arasına döner. Peki ayak uydurabilecek mi eski yaşantısına? İşte bu mücadeleye ışık tutuyor yönetmen.
Şehre daha çabuk uyum sağlayabilmesi için çalışması lazım hiç şüphesiz. Eski bir editör olarak iş görüşmesine bir yayın evine gider. Eski arkadaşlarıyla buluşur, hatta partilere katılır. Bazen kalabalıklar içinde bazen yapayalnız şehrin başıboşluğunda tüm gün tüm gece kendisini, geçmişini, geleceğini, umutlarını, hayallerini arar. Bir taraftan da geçmişteki hatalarını yapmamak için savaşır. Bu savaşın anlamı var mıdır acaba? Hayat gerçekten buna değer mi? Anders, hayatın akışına kendisini bırakabilecek mi? Bu içsel yolculukta Anders’e eşlik etmenizi ve kafasındaki sorulara yanıt aramanızı tavsiye ederim.
THE WORST PERSON IN THE WORLD (DÜNYANIN EN KÖTÜ İNSANI)
Üçlemenin bu son filmi, ilk iki filmin aksine öyle kasvetli ve melankolik değil. Hatta Woody Allen filmlerini aratmıyor desem yeridir. Allen’in duygusal ve arkadaşlık ilişkileriyle ilgili tespitlerini patlattığı filmlerdeki havayı estirdi bende. Hareketli, eğlenceli bir film olsa da sonunun yine Trier’e yakışır biçimde hüzünlü bittiğini söylemeliyim. İlk iki filmde yönetmen erkek gözüyle hayata pencere açarken, bu filmde ise bir kadın hikayesini izliyoruz. Aşkı, mutluluğu, kendisini, gerçekliğini ve ne istediğini arayan bir kadın bu… Özgür yaşamayı şiar edinen Julie, bir şeylere bağlanmak konusunda becerikli değil, öyle olmak da istemez. O an ne istiyorsa onu yapmak, istemiyorsa yapmamak hayat felsefesidir. Seçtiği mesleğin ona uygun olmadığını anladığı an işi bırakıp, yeniden okula başlayıp başka bir meslek edinebilir. Sevgilisiyle yaşadığı hayatın aslında ona ait olmadığını, ona dayatılanın içinde olduğunu anladığı an ilişkisini bitirip, başka biriyle yol almaya başlayabilir. Ancak hesaba katmadığı şeyler vardır Julie’nin. Hayat bu kadar düz ve basit değildir; çoğu zaman komplikedir ve duygularımız, hissettiklerimiz, isteklerimiz, istemediklerimiz hepsi birbirine karışabilir. Geçmiş her zaman geçmişte kalmaz; geleceğe gölgesi düşebilir. Bakalım Julie’nin özgür ruhu, işin içinden çıkabilecek mi? İzleyin görün…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.