KONYA HABER
Konya
Açık
20°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
KONYA
00:00:00
İmsak vaktine kalan
Ara

Osmanlı'da Bilim ve Teknolojinin Tarihsel Olarak Yeri

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Bugün ortalarda "Osmanlı'da bilim ve teknik yoktur!" iddiasıyla safsata kusan laf salataları var. 

Acaba hakikaten öyle miydi? 

İşe öncelikle "Osmanlılar bilim ve teknolojiye önem vermiş olsalardı, Türkiye bugünkü geri kalmışlık düzeyinde bulunmazdı diyenlere ne cevap verirsiniz?” diye sorulan sorulara cevap aramakla başlayalım. 

Bize dışarıdaki "yabancı"lardan beter "yalancı"lar bu iddiayı pervasızca ve bilgisizce ortaya attıktan sonra, şöyle bir yorum getirirler: "Osmanlı'da bilim ve teknik olsaydı, bugün Türkiye Batılı ülkeler seviyesinde bulunurdu."

Hani bir söz vardır: "Bu kadar cehalet ancak eğitimle olur" derler. Ülkemiz maalesef diplomalı cahiller cenneti.

Osmanlı'da bilim yok, teknik yok da, şu akıllara durgunluk veren mimari eserler cehalet sayesinde mi üretildi?

Yabancılaşmış ruhların art niyetlerine yahut cehaletlerine artık mazeret kalmasın diye bir kez daha anlatacağım.

Bakın, Eritre ve Sudan'dan Polonya'ya, oradan Çek ve Slovakya'ya, oradan Fas'a, Doğu Hindistan'a kadar yaklaşık yirmi milyon kilometrekarelik bir coğrafyayı yüzlerce yıl barış içinde yönetebilme maharetini göstermek için derin bilgi ve teknoloji sahibi olmak gerekir. Binaenaleyh, Osmanlı ceddimiz kendi asırlarının tüm bilgisine, hatta daha ötesine hâkimdir.

Sormak istiyorum... Tarih ve coğrafya alanlarında muazzam eserler veren ve Copernicus'tan yüz küsur sene önce "Acaib'ül Mahlukaat" adlı eserinde (1415) arzın yuvarlak olduğunu vurgulayan, Rükneddin Ahmed, ayrıca Piri Reis, Katip Çelebi, Hacı Halife yahut Evliya Çelebi gibi, eserleri Batı dillerine çevrilen ölümsüz ilim adamlarımızı yok saymakla ne kazandığınızı sanıyorsunuz?

Matematikçi, Silah Uzmanı, Ressam ve Tarihçi Matrakçı Nasuh Bey, İstanbul Rasathanesi Müdürü Takiyyüddin Efendi, unutulmaz tarihçimiz Naimâ ve daha pek çok bilgin bizim kültür tarihimizin mimarları değil mi?

"Osmanlılarda ilim yoktu" sözünü, acaba Sabuncuoğlu Şerafeddin Efendi'yi tanıyarak mı ediyorsunuz? Zat-ı muhterem, cerrahlık üzerine üç eser yazmıştır. Bunların en önemlisi, "Kitab-ı Cerrahiye-i al Haniye"dir. Anlattığı konuları minyatürlerle destekleyen Amasyalı Sabuncuoğlu'nun Fatih Sultan Mehmet'e ithaf ettiği bu eseri dünya tıp tarihinde bir devrim sayılmaktadır (1465).

Bu ve benzeri hekimlerimizin araştırmaları daha 15. yüzyılda Batı Avrupa dillerine tercüme edilmiş ve Avrupa tıp fakültelerinde okutulmuştur.

Avrupalılar, "Ruhuna şeytan girmiş" gerekçesiyle akıl hastalarını yakarken yahut ölmek üzere ıssız adalara sürerken, Osmanlı ceddimiz musiki ve su sesinden de yararlanarak tedavi ediyorlardı.

Vaktiyle Fatih Medresesi'nde okutulan cebir dersleri, 16. yüzyıl başlarında Venedik, Padova, Bologna ve Floransa Üniversiteleri'nde aynen kopyalanarak okutuluyordu.

Siz ey, echel-i cühelâ!

Siz, korkarım ki Ramazan'ın ilk on gününde ülkenin en derin âlimlerinin katılımıyla padişahın huzurunda yapılan ve "Huzur Dersleri" adıyla bilinen bilimsel tartışma-lardan bile habersizsiniz.

Teknolojiye gelince... Unutmayalım ki mimarlara hâlâ parmak ısırtan Tac Mahal ile dünyanın en büyük kubbesi olan Gül Kümbeti'ni inşa eden Osmanlı mimar ve mühendisleridir. 

Hakeza İstanbul'un fethinde kullanılan Şahi topları, Osmanlı dönemi Türk mühendislik harikasına verilecek en güzel örnektir. 

İnkâr faydasız. Bugünün gelişmiş teknolojisine dahi sığdırılamayan Selimiye'nin ince ayarlanmış minarelerini dikebilmek için kendi devrini aşan bir yeteneğe ve teknolojiye sahip olmak gerekir.

Söyler misiniz lütfen; Budapeşte'deki harika hamamlar kendiliğinden mi kuruldu?

Bugün Mogadişu'da hâlâ kullanılan kanalizasyon şebekesini 17. yüzyılda gerçekleştiren Osmanlı teknolojisi ve kapasitesi değil mi?

Yıkılış dönemimiz olan 1880'lerde, Taif'te, bugün bile işler hâlde bulunan tuzlu su arıtma tesislerini de keza Osmanlı mühendisleri kurdu.

İşin kötüsü Osmanlı'da okumanın düşük kaldığını söyleyen avanaklara, eğer 1750'lere kadar, Osmanlı Devleti'nde okuma yazma oranının çok yüksek olduğunu bilmesem, inanacağım.

1700'lere kadar okul sayısı da, Avrupa ülkelerindekine nazaran, bir hayli yüksektir. Sayıyla kendinize gelin.

Bütün bu mevcudiyetle birlikte bilhassa 18. Yüzyıl itibarıyla Osmanlı-Avrupa eksenli yaşanan çarkların tersine dönmesi gerçeğinin adeta mührünü vurduğu bu tarihsel manzarada Avrupa Rönesans, Reform benzeri bir ton dönüşümleri yaşarken Türkiye'nin yeri ne olmuştur? 

Öyle ya, biraz evvel Osmanlı’ya karşı yapılan safsatalara ziyadesiyle cevaplar versek de netice itibarıyla imparatorluğun bir müddet sonra dünyada değişen dengelere ve yaşanan gelişmelere ayak uydurabilme noktasında pek de başarılı olduğu söylenemez ki zaten tam aksi olsaydı imparatorluk yürekleri acıtan bir gerileme ve çöküş devirleri yaşamazdı. Bunun en canlı örneği Osmanlı'nın Sanayi İnkılabı’nı maalesef kaçırmış olmasıdır. 

Şimdi Avrupa Rönesans, Reform benzeri bir ton dönüşümleri yaşarken Türkiye'nin yeri ne olmuştur sorusuna cevap bulabilmek için tekniğin/teknolojinin düşünsel ve sanatsal olarak ele alınması meselesine bakmak icap eder ki bu meseleye baktığımızda tekniğin/teknolojinin düşünsel ve sanatsal olarak ele alınması meselesi Türkiye'yi yüzyıllardır ilgilendirmemiş gözükür. Sözgelimi, en erkenci coğrafya olan İtalya'da makine ve teknoloji merkezli söylemler 15. yüzyıldan başlıyor, Osmanlı ortamındaysa teknik/teknoloji söylemleri 19. yüzyıldan itibaren ve çok yavaş bir tempoyla üretilecekti. Teknik, üzerinde konuşulmayan, ama varlığı işe yarar bir araçtı.

Şimdi teknik ve teknoloji kavramlarının Osmanlı'daki yerlerine gelecek olursak teknik ve teknoloji kavramları da Türkçeye 20. yüzyıl başında yavaş ve tereddütle girmiştir. 1911 baskısı Redhouse Sözlüğü'nde bile technic "mustalah", technical "ilim ve san'ata mensub ve müte'allik", technology "ilm-i bahs-i külliyat-ı sanʼaiye", technological "ilm-i bahs-i külliyat-ı sanʼaiyeye mensub ve müte'allik" diye tanımlanıyordu. "İlm-i bahs"in kökenini oluşturan Farsça terimin anlamıysa "akıl yürütme, mantık ve diyalektik ilmi"dir. Gündelik değildir, ama teknolojik dünya özlemi şeklinde özetlenebilir. 

Osmanlı'da teknik ve teknolojinin kavramsal karşılıkları ve ilk teknik ve teknoloji üzerine yazılmış Osmanlı makalesine göz atmak gerekirse bu toplumsal ortamda geleceği bir teknolojik atılım çağı olarak tahayyül eden tek bir Osmanlı denemesi var: Mustafa Nazım Erzurumî'nin Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslamiyeyi Rüyet'i (1913). Fakat çok istisnai söz konusu ütopya da yukarıda betimlenen aynı yaklaşımı örnekler. Yazar gelecekte yüksek teknolojik imkânların doğacağına, yaşamın kolaylaşacağına ve hızlanacağına emindir. 

Bütün bunlara karşılık Türkiye'de tekniği ve teknolojiyi kendi uygulama bölgelerine hapsetmenin ve kültürel alana "bulaştırmama"nın mümkün olduğu inancı Osmanlı dönemi teknolojik ilerleme ve yenileşme sürecinde de canlı durumda idi ve gidişat odur ki hep canlı kalacaktır. Tanzimat'tan bu yana egemenliğini ısrarla sürdüren, Ziya Gökalp'le yeni bir formülasyon edinen "Batı'nın tekniğini, bilimini almak, ama kültürüne direnmek" mitolojisinin olağan sonucudur bu. Kuşkusuz sayısız komplikasyonu vardır; fakat en vahim uzanımlarından biri teknolojiyi estetize etmeyi engellemesidir. Tekniğin/teknolojinin araçsallık dışında ele alınması uzun süre bir türlü sözkonusu olmaz. Gelgelelim tekniğin/teknolojinin araçsallık dışında ele alınması meselesi Lale Devri'nden başlayarak Tanzimat'la devam eden süreç içerisinde pek bir karşılığı olmayan boş bir teori olarak görülmeye başlanmış olsa gerektir ki "Batı'nın tekniğini, bilimini almak, ama kültürüne direnmek" mitolojisinde aşınmalar gerçekleşmiştir. Bunu 18.yüzyılın son çeyreği itibariyle Osmanlı'daki sosyal hayat gerçekliğine bakıldığında görebilmek mümkündür. 

 

 

 

 

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *