İDEAL TOPLUM DÜZENİ
O sabah, şehir her zamankinden daha sessiz uyandı.
Sessizlikten değil; huzurdan.
Kapılar kilitliydi ama kimse kilitlere güvenmiyordu. İnsanlar birbirine güveniyordu.
Kimse kimseyi geçmek için acele etmiyor, kimse başkasının hakkına göz dikmiyordu.
Zaman yarıştan çıkarılmış, hayat yürüyüşe dönmüştü.
Sokakta yürüyen bir çocuk, düşürdüğü parayı yerden alan yaşlı bir adamdan “teşekkür” değil, emanet aldı.
Çünkü o para, sahibine ulaşana kadar herkesin sorumluluğundaydı.
O toplumda kimse “Benim işim değil” demiyordu.
Çünkü herkes biliyordu:
Bir yerde haksızlık varsa, herkesin payı vardı.
Devlet büyüktü ama kibirli değildi.
Yönetici yukarıda değil, ortadaydı.
Makamlar yüksek değildi; sorumluluklar ağırdı.
Bir koltuğa oturan, önce aynaya bakar; “Bunun bedelini ödemeye hazır mıyım?” diye sorardı.
Orada adalet, kitaplarda yazılı bir ideal değil;
Pazarda, okulda, hastanede, mahkemede hissedilen bir nefesti.
Bir esnaf, müşterisine eksik tartı yapmayı aklından bile geçirmezdi.
Çünkü kazancını artırmak için vicdanını eksiltmenin iflas olduğunu bilirdi.
Zengin, yoksuldan korkmazdı; yoksul, zenginden utanmazdı.
Kimse kimsenin sırtından yükselmiyordu.
Çocuklar “büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna “İyi biri” diye cevap verebiliyordu.
Ve bu cevap, herkes için yeterliydi.
Okullarda sadece meslek öğretilmezdi.
İnsan olmanın usulü anlatılırdı.
Bilgi, karakterle birleşmediğinde tehlikeli sayılırdı.
Zeki olmak övülmezdi; adil olmak yüceltilirdi.
Hastanelerde insanlar sıra beklerken kavga etmezdi.
Çünkü herkes biliyordu:
Bugün ayakta olan, yarın o sedyede olabilir.
Kimse gücünü başkasının zayıflığından devşirmezdi.
Çünkü güç, merhametsiz kaldığında çürürdü.
O toplumda gece haberleri korku saçmazdı.
Felaketler istisnaydı; iyilikler gündelikti.
İyilik, manşet olmazdı çünkü normaldi.
Bir anne çocuğunu sokağa gönderirken
“Dikkat et” demek yerine “Dürüst ol” derdi.
Bir baba evladına miras bırakırken, malından önce adını temiz bırakırdı.
İnsanlar farklı düşünürdü ama düşman olmazdı.
Çünkü fikirler çatışabilir, kalpler çatışamazdı.
Kimse kimliğiyle değil, ahlakıyla tanınırdı.
Ve en güzeli şuydu:
Bu düzen kimsenin korkusundan değil, herkesin vicdanından besleniyordu.
Kanunlar vardı ama daha çok utanma duygusu vardı.
Cezalar vardı ama daha etkili olan hesap verme bilinciydi.
O toplumda kimse mükemmel değildi.
Ama herkes sorumluydu.
İşte bu yüzden kusurlar büyümüyor, hatalar salgına dönüşmüyordu.
Bir sabah vardı…
İnsanlar birbirine bakınca içi daralmıyor, umutlanıyordu.
Gelecek korku değil, emanet hissi uyandırıyordu.
Ve insan, uyandığında şunu düşünüyordu:
“Ben bu düzenin neresindeyim?”
“Bu iyiliğin ne kadarını taşıyorum?”
Sonra bir ses geliyordu içinden:
“Bu düzen hayal değil…
Sen iyi olursan mümkün.”