Oğuzhan Akyener

Oğuzhan Akyener

Ahmetleri Bekleyen Kudüs 2

Ahmetleri Bekleyen Kudüs 2

Dün başladığımız hikâyemize devam ediyoruz…

*

Ahmet heyecanlanmıştı. Hazırlıklar tamamlanmıştı. İlk uçakla İstanbul’da babasıyla buluşup, Tel Aviv üzerinden Kudüs’e geçtiler. İsrail askerleri her noktayı tutmuş, birçok kontrol noktası oluşturmuştu. Taksiyle Mescid-i Aksa’ya en yakın noktaya ulaşmaya çalışırken gitmeye çalıştıkları yolun kapalı olması sebebi ile araçtan indiler. Zaten artık bu bölgeyi yürüyerek dolaşmaları daha faydalı olacak gibiydi. Ara sokaklardan geçerken bir duvar kenarına oturmuş, başında bir kippa, üzerinde de tzizith olan, Haham olduğu izlenimi veren bir Yahudi’nin kendileriyle hayli alakadar olduğunu fark ettiler. Aslında böyle durumlarda Ahmet insanlarla olan sıcak diyaloğu sebebiyle hemen tanışma faslına geçer, babası ise oralı olmazdı. Fakat nedense biraz gergin olan Ahmet bu sefer kendilerini izleyen Yahudi’yle göz göze geldikleri halde yoluna devam etmeyi tercih ediyordu ki, babasının adama selam verdiğini işitti. Şaşırdı.

Babası selamlaşıp, karşısındaki Yahudi’yle İngilizce muhabbete başlamıştı bile. Vakitleri dardı. Şehri tanımıyorlardı. Her yer İsrailli askerlerle doluydu. Ortam siyasi olarak biraz gergindi. Sebepsiz yere gözaltına alınma ihtimalleri dahi olabilirdi. Kalacakları ve ziyaret edecekleri yerler de belli değildi. Hatta ne aradıkları bile... Fakat böyle bir ortamda babası ilk defa karşılaştığı bu adamla gayet samimi bir sohbet içerisine girmişti.

Tam babasına “hadi gidelim artık” demişti ki, bunu duyan Yahudi kıyafetli adam: “Oğul, hem bizden emanet almaya gelirsin, hem de bir soluklanmadan çekip gidelim dersin.” diye Türkçe olarak araya girdi. Ahmet iyice şaşırmıştı. Tamam, üzerindeki kıyafet Yahudilere benzese de, dikkatli bakınca gözleri ışıl ışıl, sakalları ağarmış nur yüzlü bir ihtiyardı. Fakat bu ne haldi? Neler dönmekteydi? İhtiyar söze İngilizce devam ederek: “Oğul, adım David. Buradaki Davud (a.s.)’ın türbesinde resmi görevliyim. Babanın gözlerimden bir bakışta anladığı üzere, Müslümanım. Bu kıyafetlerle burada ne işin var diye sorarsan; biz de âcizane koskoca bir peygamberin hizmetini görmekteyiz. Böylesi bir hizmeti de, Rabbim ele nasip etmez. Değil mi?” diyerek gülümsedi.

Ahmet iyice şaşırmıştı. Sonra David “Hadi beni izleyin. Başlangıcınız Davud olsun.” diyerek önlerine düştü.

Mabede girdiler. Ahmet üzerinde bir titreme ve sanki bir nazar hissediyordu. Haliyle büyük bir peygamberi ziyaret ediyordu.

Ziyaret sonrasında David’in Davud sofrası dediği mütevazı sofrasında yemekler yendi. Daha sonra da Süleyman (a.s.)’ın türbesi ve David katılmasa da, Mescid-i Aksa ziyaret edildi. Akşam David’in evinde kalacaklardı. Geç saatlere kadar Kudüs’te birçok yeri ziyaret etmişler ve her yerin hiç bilinmeyen detaylarını David’ten dinlemişlerdi.

Eve geçtiklerinde hepsi yorulmuştu. Ahmet kendisine gösterilen köşecikte hemen uykuya dalıvermişti. Sabah ezanı okunurken babası ile David’i sohbet eder ve çay içerken buldu. Belli ki onlar uyumamışlardı. Namazlar eda edildi. Sonra David kahvaltı sofrasını hazır etti. Kahvaltıdan sonra babası David’e hitaben: “Abi, artık bize müsaade. Ahmet’e de vereceğin emanet kaldıysa ver, biz buradan Mescid-i Aksa ile türbelere son kez uğrayıp dönelim.” diyerek izin istedi. David de Ahmet’in kolundan tutup, yanına çekerek: “Oğul sana bir kıssa anlatayım. Bunu pek bilen yoktur.” diyerek anlatmaya devam etti.

“Oğul, 1163’lerde ula ata Ahmet Yesevi Musul’dan geçerken Selahaddin Eyyübi ile karşılaşır. Selahaddin Eyyübi o zaman henüz 25 yaşında genç bir delikanlıdır. Tabii aynı zamanda bir komutandır. Ahmet Yesevi’nin dillere destan olan adını işitmiştir. Lakin ilk görüşte etkilendiği bu ihtiyarcığın o olabileceğini hiç düşünmemiştir. Yine de yolcu olduğunu görüp, kendisine içi ısınmış ve bir sofra kurdurup, otağına buyur etmiştir. Üç gece Selahaddin Eyyübi’nin otağında misafir olan fakat pek kelam etmeyen Ahmet Yesevi, üçüncü günün sonunda “artık yola düşme vakti” deyip, müsaade istemiştir. Fakat bu kısacık zamanda Selahaddin Eyyübi’nin gönlünde öyle bir yer etmiştir ki, Selahaddin Eyyübi: “baba, ya beni de yoldaş et, ya da gitme” diyerek gitmesine mani olmuştur. Bunun üzerine “Pir”: “O zaman gel bakalım oğul, yollar nereye götürecek diyerek Selahaddin Eyyübi’yi de yanına alıp, düşmüştür yollara...

Uzun yolculukları boyunca işlemiştir Selahaddin’i. Vermiştir emanetleri... Önce Hz. Peygamber (s.a.v.)’i birlikte ziyaret etmişler, sonra da umrelerini tamam etmişlerdir. Dönüş yolunda ise o zamanlar Haçlı kontrolündeki Kudüs’e gelmişler ve en son bu türbede vedalaşıp, ayrılmışlardır.

Diyeceksin: “Niye bu türbede ayrılmışlar? Ya da buranın hikmeti nedir?” diye…

Son durak olarak buraya geldiklerinde, Ahmet Yesevi Hz. Selahaddin Eyyübi’ye: “Oğul. Çok günler geçti aynı yolda yürüdük. Çok kelam etmedik ama hal ile konuştuk. Kalbin ve kimliğin oturdu. Senin alacağın, bizim de vereceğimiz tamam oldu. Hz. Peygamber (s.a.v.)’de bu durumdan razı oldu. Gayrı benim Türkistan’a dönmem, senin de buraları nasıl necasetten temizleyeceğine karar vermen için iyice tanıman ve bir süre buralarda kalman gerek. Bu türbeyi iyi belle. Gayri bu şehrin akıbetini burada tayin edersin. Burayı necasetten temizledikten sonra, buraya bakmak için bir aileyi görevlendir. Kıyamete dek, kim gelirse gelsin, burayı onlar beklesin. Hizmetini etsin. Gerekirse kılık değiştirsin. Artık çok çalışman, iyi hesap etmen ve inanarak muvaffak olman gerek. Unutma Allah her şeye kadirdir. Buralarda da tüm kainatta da mutlak hakimiyet sadece Rabbinindir. Yani demem o dur ki, sen inanır, niyet eder, üretir ve gayret edersen; Kudüs sen olursun. Sen Kudüs olursan, diğer Kudüsler zaten senin hizmetine verilir. Sen Kudüs olmayı beceremezsen, elindekinin ne olduğunun bir önemi kalmaz. Ne iş yaparsan niyetin Rabbin olsun. Her başarını “Beyt-ül Mal”e kayıt ettir. Hiçbirini kendinden bilme. Kibre kapılma ve inanıyorsan asla korkma, kaygılanma, yeise kapılma, şüpheye takılma. Dinin kuru birkaç ibadetten ibaret olmadığını unutma. Din hayatın ta kendisidir. Senin dinin ve amelin de artık buraları temizlemek ve emaneti göğüslemektir. Allah yolunu ve bahtını açık etsin. Allah muzaffer eylesin. Gazan mübarek olsun.” diyerek Türkistan’a doğru yola koyulmuş.

Zaten bu anlattığım hadiseden 24 yıl sonra da Selahaddin Eyyübi’ye buraları fethetmek nasip olmuş.” diyerek sözlerini tamam etti.

Ahmet ne diyeceğini bilemez durumdaydı. Her şey aşikâr olmuştu. İçinde fırtınalar kopuyordu. Vedalaşıp, ayrıldılar.

Babası ve Ahmet Kudüs ziyaretlerini tamamlayıp, İstanbul’a erişti.

Ahmet derin duygular ve düşünceler içindeydi. Kudüs sadrının içindeydi. Kudüs gerçekten üretmek, gayret etmek ve inanmakta gizliydi. Gün gelecek Nuri Pakdil’in şiirinde ifade ettiği gibi; anneler yeni Kudüs’lerin sütünü verecekti. Dirilen Kudüsler ile şehr-i Kudüs’te insanların yüreklerinde olduğu gibi necasetten temizlenecek ve gerçek emanetçilerinin eline geçecekti. Yoksa Kudüs’ün sahibi ve hâkimi hiç değişmemişti...

Lakin artık o günler için en önden gitmek ve üretmek gerekliydi...

Çok çalışmak gerekliydi...

Kudüs gerçek anlamda bir şehirden ziyade insan demekti.

İman demekti...

Üretmek demekti...

Şehirlileşmek ve medeniyet demekti...

Kudüs “Ahmet” demekti...

Ve Ahmetlerin geleceği günü beklemekteydi...

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Oğuzhan Akyener Arşivi