Ben de İnsanım: Suriyeliler Neden Türkiye’de?
Her şey 1988 yılının soğuk bir kış gününde başlamıştı. Sykes-Pico tarafından ikiye bölünmüş, Verimli Hilal’in, kırmızı kar yağan kışında. O yıl, güneyden çöl tozları, kuzeyden Sibirya soğuğu, Mezopotamya’da yağan karın kırmızıya bürünmesine sebep olmuştu. İki yıl sonra başlayacak Irak felaketi gibi, insanlığa medeniyet götüren tren ve petrol da burada bölücü bir sınır hattı ve felaket sebebi olmuştu.
Hatay’dan Haseke’ye uzanan demiryoluna paralel, jiletli sınır telleri, rayların sağına ve soluna birer karış arayla ekilen, tencere büyüklüğünde milyonlarca kuyruklu mayınlar da NATO tarafından 1958’den sonra dünyanın en verimli topraklarına ekilmişti.
Tıpkı şu anda 11 yıldır, 7 düvelin parçaladığı Küçük Ortadoğu, İslam Dünyası’nın kalbgahı, Halep-Şam ve Bağdat üçgenindeki Haçlı, Moğol ve Pers sırtlanlarının, yavru bir ceylanı canlı canlı parçalamaları gibi, Verimli Hilal; uçaklar, tanklar ve kimyasal silahlarla parçalanmaktadır.
Bunlardan önce öyle miydi? Türkiye-Suriye arasında yaşayan bir kişinin ilk adres tanımı, Ser Xette/Bını Xette, Demiryolun altı (Suriye) ve üstü (Türkiye) olarak tanımlanırdı. Mardin’deki bir köyün tam ortasından geçen sınırdaki Köy Camii’nin minaresi, Ser Xette’de iken mihrahı Bın Xette de kalmıştı.
Bu sınırı kim nasıl böyle çizmişti? Osmanlının çöktüğü 1918’den 50 yıl sonra bile asker bulunmayan ve sadece Türkiye tarafında nöbet tutan askerlerimiz, hafta sonu çarşı iznini Kamışlo, Derik, Haseke, Rasuleyn (Sere Kaniye) ve Dırbesiye’de geçirirlerdi. Kimse askere karışmadığı gibi nöbet kulübelerine yemekleri de halk verirdi çok defa. İlaç ve akrabalarını bulma aracı olarak kulübeleri gören Suriye’de kalan halk, askere evladı gibi sahip çıkardı.
Karkamış’ın karşısında Cerablus, Suruç’un karşısında Kobani (Ayn-el Arap), (Demiryolunu yapan firmanın, Company, şantiye sahası) Akçakale’nin karşısında Tel Abyad, Nusaybin’in karşısında Kamışlı vardı.
Kısaca, Türkiye’deki her ilçenin hatta her köyün karşısında bir ilçe veya bir köy vardı. Arada sadece teller geçerdi. Halk, yıllarca akrabalarına karşıdaki bir aynaya bakar gibi bakıyordu.
2002 yılından itibaren, boyu 900 km. eni bazen 1500 metreyi bulan sınırdaki mayınlar ve teller kaldırılıp milyonlarca dönümlük ve bir asırdır bakir arazi tam da kullanıma açılacakken, 2011 yılından sonra başlatılan dış müdahaleli iç savaşla bu sınır, hapishane ya da en azından Filistin-İsrail sınırına dönüştürülmüştü.
Hatay-Afrin Bölgesi. Türkiye-Suriye sınırı/2022 (A.A)
Sınırı çizen ve ilk kez Karkamış’ta buluşan İngiliz ajanları G. Bell ve T. E. Lawrence idi. Noel Kürtleri kandıramadı ama Lawrence Arapları kısmen de olsa kandırmıştı.
Belli ki bunu çizenler, cetvellerle vücudumuzun üzerinde rastgele neşter gezdirmişlerdi. Toplumsal, siyasal, coğrafi, tarihi ve stratejik hiç bir manası yoktu gerçeklerin. Propaganda filminde ise, gerçeklerin sadece bir kısmı anlatılmıştı.
Hikâyemiz de bu sınırdan başlamıştı. 40 yıl sonra babasının vaadini yerine getirmeye çalışan kadının hikâyesi.
***
Elindeki 90’lık tespihiyle Zeyna söze şöyle başladı: “Babam öldüğünde ben 15 yaşındaydım. 34 yaşındaki bir adamla evlenmiştim. (Bu dönemde Suriye’de Şükrü Kuvvetli baştadır. Milli bir ruha sahip Şükrü Paşa, iki kez gelmesine rağmen ABD, Esed’e hazırlık için onu devirir.) Ardından Mısır ile birleşen Suriye devlet başkanı Cemal Abdunassır, Baba Esed ve Saddam çok zalimdi. Ateşleri bol olsun. Tarlamız, evimiz vardı. Babam hastalanınca kardeşim Şeyho sürekli ağlardı. Babam ona uğursuz dedi. Çok ağlardı ve babam genç yaşta öldü. Babam ölünce ağlaması kesildi. Ona uğursuz derdi babam. Diğer abem Seydo ise bir kez Türkiye’ye geldi ama kimseyi bulamadı.
Sınırdaki nöbetçi askerlere bile sorardım Alkan-u Sikko’yu. Bazen 3-4 kadın, çocuklarla giderdik. Askerler, onlara şeker verirlerdi. Silahın namlusunu uzatırlardı tellerin arkasından onlara, bohçaya sardığımız yemekleri verirdik. Tencereyi doldurup iade ederlerdi. PKK’dan önce olay falan yoktu. Melanet PKK’yle başladı. Abem Seydo, 5 yıl askerlik yapmasına rağmen yok sayılıyordu. Ve Kamışlo da kimliğini elinden aldılar. Ecnebi derlerdi bize. Siz, küttüp- maktimum yani aslen Suriyeli değil Türkiyelisiniz. (2010 yılında kimlik verdiler ama bu kez de ülkeden çıkarıldılar.) Sanki Suriye 10 yıl önce vardı. En az 300 000 kişi böyledir. 2010 yılına kadar kimliksiz kaldık. Çok zalim bir devlettir Suriye. Taş, bu devleti görmesin. Zulmü, taşı çatlatır. Ancak PKK/PYD bunlardan da kötüdür. Her evden en az 1 kişiyi şu an bile zorla askere alır. Gelmezse aç kalır ve dışlanır. Karısını, bacısını anasını rehin alır. Gelinimin 7 aylık bebeği öldü. Bu nedenle en az Kürtlerin yarısı gibi biz de Türkiye’ye geçtik.
Çok kuvvetli olan babası Mehmet (Mala Sinye Sımmo’dan Heme Piri) iki gün içinde ölmüştü. Gerçi benim (H.Ş) babamdan öğrendiğim kadarıyla, halk arasında çok kaba kuvvetli olarak bilinen onun da babası, amcaları ve kardeşleri, en az on adam bir kaç gün içinde bir salgında kırılmışlardı. Aileden sadece erkek olarak 15 yaşındaki Mehmet kurtulmuştu. O da 15’inde çöllere düşmüştü. Ve ne ölüsüne ne de dirisine kimse rastlayamamıştı. Zaman için de Bın Xette de olduğu söylenmiş ancak tüm aşiretin ağası Hemede Seydo (Mehmet Şeyhanlıoğlu) tarafından defalarca süvariler gönderilmesine rağmen kimse onu bulamamıştı.
***
Hikâyemiz de 74 yıl önce Zeyna Suriye, (Suriyeli Zeynep) olarak bildiğimiz Büyük Halamla buradan başladı. “Babam anamı sevmiş ve kaçırmıştı. Seydo ve Şeyho kardeşlerim, Türkiye’de doğduktan sonra, bilemediğim sebeplerle Babam, Suriye’ye geçiyor. Anam, halk arasında aşıklar olarak bilinen Çingenelerle bir yıl sonra Suriye’ye geçip babamı bir köyde, Aliye, çift sürerken buluyor. Anam sırtında Şeyho elinde Seydo ile babamı, çalıştığı evin kapısında görür. Annem dedi ki; “Baban yemek yiyordu kapının yanında. Hemen tanıdım. Ben Fatıma’yım bu da oğlumuz Seydo’dur.” Dedim. Bana baktı. Şeyho (Şeyhmus) ve Seydo’yu (Seyyid) yanına bıraktım”. Ailece 5 yıl daha orda kalırlar.
Zeyna: “Ben de Aliye köyünde doğdum. 7 yaşındayken Rasulayn’e geldik. Bir kız kardeşim daha vardı o da 8 yaşlarında öldü. Arafat ve adını hatırlayamadığım küçük yaşta bir erkek kardeşim de öldü. 2 erkek 1 kız yani 3 kardeş kaldık. Hastalanan ölürdü o zamanlar. İlaç ve doktor yoktu. Babam arada bir başının ağrıdığını söylerdi. Babam eliyle kuyu kazardı ve su bulmakta çok başarılıydı.
Eşim rahmetli Musa: “Babamın hasta olduğunu ve gidip görelim” dedi. Kamışlo’dan geldik. Geldik ki; anam-babam ikisi de Velat…Ax Velat diye ikisi birden ağlıyor. Bana son sözleri şöyle oldu Babamın: “Başımı kaldır. Kollarına koy kızım. Deve gibiydi ve çok sağlamdı. Dünden beri başım ağrıyor dedi. Baktım ağlıyor. Niye ağlıyorsun baba dedim. Ax ax....Alkan-u Sikko, hat bira min qiza min. Vana xwîna dilê min e wan bibine. (Kızım, amcaoğullarım Ali ve Sinan hatırıma geldi. Onlar, kalbimin- gönlümün kanıdırlar. Onları bul” dedi ve hemen vefat etti. İki Kardeş ve bir kız kaldık ama üçümüz de evliydik. Seydo şoförlük yapardı. Anam da hepimiz evlendikten sonra Şam’da Seydo’nun evinde yıllarca yaşadıktan sonra, o da çok çekmeden 2 gün içinde öldü. Rahmete gitti. Mezarı, Şam’dadır. Babamın mezarı Rasulayn’dadır. Başında bir ağaç vardı. Buraya gelinceye kadar her bayramda ağacına su verirdim. Başında dua okurduk. Şam’daki anamın mezarını Esed kaldırdı.”
Bu yazıda anlatılan her şey bizzat yaşanmış ve birinci elden öğrenilmiştir. Bu yazıyı, ikimizin de sürgün olduğu bir yer ve günde, tam 30 yıl önce tanıştığımız Büyük Halam Zeyna ile son kez görüştüğüm 23.06.2022 tarihinden sonra kaleme alabildim.
***
Kaçakçı Mamo, önceleri atlarla sonra da zenginleştikçe arabaya yüklediği sigara ve çay ağırlıklı yükünü Viranşehir ve Kızıltepe’de satmış, oradan da ilaç ve kumaşları alıp, üç gün sonra eve dönmüştü. Yıllarca her defasında, babamın vasiyet ettiği kimseyi gördün mü? duydun mu? Sorusuna, ancak bu kez olumlu cevap verebilecek olan Mamo da heyecanlıydı.
Yılların komşusu, Engelli Musa’nın hanımı 8 çocuklu ama en çok sevdiği oğlunun adıyla anılan, Salahaddin’in anası Zeyna’ya, yıllardır Türkiye’ye gelip giden Mamo; “senin akrabalarını buldum” demişti.
Zeyna’nın içinde 40 yıldır yanan ateşe adeta bir kova benzin dökmüştü. Zeyna, bir çocuk gibi lafa karışmıştı: “Nerde? Kim? Babamın dediği gibi çok büyük bir aşiret mi? Bizim akrabalar. Babamın, “Kalbimde akan kan dediği Alkan-u Sikko” (Ali, Babamın babası ve kardeşi Sinan) dediği kişiler gerçekten var mıydı? … Sorular arka arkaya yağmıştı.
Solda Sinan sağda Ali
Kaçakçı Mamo, çocuğun elinden tutup rahvani atı gibi yürüyüp evine giderken, “akşam size çaya geliriz. Selahadin’in anası” dedi. Zeyna, konuyu uzatmak için ailece yemek hazırlığına girişirler Şemsa ve Hedo adlı kızlarıyla.
Zeyna Heme (Mehmedin kızı Zeyna. Bölgede evli kadınlar, babasının adını soyadı gibi kullanırdı. Ancak bazen de zayıf aileli kadınlar kocasının adını soyadı gibi kullanırlardı) akşama komşularına çok sevdiği, kelle-paça yaparlar. Ve çok geçmeden Mamo, elinde ve ağzında altın gibi tuttuğu Türkiye’den getirdiği hediyelerle, eşi ve çocuklarıyla, bir bayram havasında gelirler. İçerde engelli bir baba ve onları kapıda karşılayan çocuklar da en az onlar kadar heyecanlıydılar.
Zeyna Heme, sadece sofrayı hazırlar ama tek lokma yemeden, kulakları Mamo’dan gelecek bir kelimeye kilitlenir. Babamın vefatından önce bana vasiyet ettiği, Kalbimin damarlarında durmadan akan kan olarak tanımladığı, Alkan-u Sikko’yu (Ali ve Sinan) bulmuş muydu? Bunlar insan mıydı? Bir şehrin, bir köyün adı mıydı?
Mamo yemekten sonra, engelli Musa amcaya Lice tütününden bir sigara uzattı. Şekeri demliğe atılmış koyu çaydan ilk yudumu aldı, dumanını havaya savurdu ve sırtını duvara dayadı ve dedi ki; “Selahaddin’in Anası akrabalarını buldum. Viranşehir ve Kızıltepe’de epey varlar.”
Oda’nın kapısının önünde namazda oturur vaziyette oturan Zeyna, derhal sorar, “Alkan-u Sikko”yu gördün mü? Mamo, ben onları görmedim ama Şeyhan Aşireti, yani babanın akrabası, Ser Xette’de epey varlar. Bilinen bir aşiret. Kime sorsan bilirler. Hatta “Kızıltepe ve Viranşehir Belediye başkanı onlardandır, milletvekilleri, soyadı Cevheri olan bir bakan bile Şeyhanlı” dedi. Tam da babasının 25 yıl önce tarif ettiği gibiydi aşireti.
***
Eşi Musa’nın ve 8 çocuğunun yanında söze atılan Zeyna, “ Mamo kardeşim kurbanın olayım, beni de götür oraya”, dese de, Mamo “bacım, kocan ve 8 çocuğun var. Eğer onlar kabul ederlerse bir daha gideceğim. Ben kaçakçıyım köylerde ve şehirlerde eşya satarım, 3 gün içinde dönerim. İstersen gel” der ve imkânsız yolu önüne koyar.
Misafirler kalktıktan sonra O gece uyuyamayan Zeyna, Musa’nın eşi olmasına rağmen babasının adıyla anılırdı. Eşi Musa’dan izin istese de, hemen hayır cevabını alır. O ise “Ard-u azmana (yere göğe) yemin olsun ki gideceğim” deyince, eşi Musa ağlamaya başladı. Ve der ki, “8 çocuk ve ben. Çocuklar küçük. Zaten hastayım bizi bırakma” . O, 3 gün sonra döneceğini, bir bohçada elbise, yiyecek ve cebine biraz para koyar, Mamo’nun dediği bir günde sabah 6’yı bekler.
Derken Kaçakçı Mamo kapıya gelir ve çocuklarıyla uğurlanır. Olayı Zeyne Hala olayı şöyle anlatır: “Akşama eşyaları ve biraz para cebime koydum. Sabah saat 6 Mamo da taksiyle geldi. Arkaya oturdum ve sınırdaki, Tel Abyad (Gıre Spi), kapıya gittik. Kalbim atıyor. Aklım durmuştu. Evden kaçan kızlar gibiydim. Nereye gidiyorum? Deli miyim? Akıllı mıyım? Ne akrabası? Kime gideceğiz? İçimde bir his var ama bu ne? Ama gideceğim artık. O gece sınırdaki kapıyı geçemeyince sınırda bir ailede kaldık. Hiç uyumadım. Sabaha kadar tespihimi çektim. Ve Sabah olunca da sınıra gelip kapıdan Ser Xette yani Türkiye’ye geçtik.” Mamo ise, “eşyamı satıp dönsem de seni akrabalara götüreceğim” der ve Viranşehir’de tanıdığı akraba aileye beni bıraktı. Mehmed ve eşini tanıdım. Komşuyduk ki, O da bizi Rasulayn’den tanıyordu. Bana “Bu kardeşin evi” dedi ama 3 gün bir şey sormadı. Dedim ki; kardaşım “Ne benim karnım doyar ne de senin yemeğin biter. Ben akrabalarımı arıyorum.”
Mamo, eşyalarını sattıktan sonra sabah geldi. Urfa’ya gidiyoruz dedi. Urfa de nedir? dedim. (Orası önceden Rakka’ya bağlıydı) Ben tek başıma geri de dönemiyorum ki; geri dönüş de yok artık. Başıma ne geldi Allah’ım. Biri beni kapatsa, öldürse... Aklıma neler geliyor neler. Bir haftadır uyuyamadım. Mamo dedi ki, Bursa’dan kumaş getirip satan bir dostum var. Ona gideceğiz. Urfa’ya vardık. Yerlerde hafif kar var. Dükkân yerden camlı. Mangal önünde, bir adam ağzında sigara var oturmuş. Külleri daima yere düşerdi. Selam verdi Mamo’yla kucaklaştılar.
Eko-ı Ecema (Rahmetli Ekrem Acar) , Mamo’ya göz attı: “Bu hanımı mı aldın? der.
Mamo: “Yol arkadaşım, akrabalarını arıyor, Suriyeli. Sana, derdini söyleyecek” dedi.
Zeyna: “Benim kalbim yerinden çıkmış gibiydi. Tir tir titriyorum. Yüzümü sildim ki, o anda Dergâhtan akşam sesi yükselmeye başladı. Şükür ya rabbi dedim. Ekrem, aramıza közü yanan Mangalı aldı ve ağzındaki sigaraya yere silkeleyerek, kafasını bana uzattı, Mamo duymasın der gibi.
Ekrem: “Bacım burada ne arıyorsun?” dedi.
Zeyna: “Ağlayarak tir tir titriyorum. Aklımda sadece engelli bir koca ve Suriye’de 8 çocuk var.”
Ekrem: “Bacım, üşüdün mü dedi? Kürkünü bana giydirdi. Kardeşine söyle derdin nedir? Akrabalarını sana göstereyim. Ne işin var? Dedi.
Zeyna: “Keko (Kardaş) 5 dakka dur. Kalbim dursun bi. Kokuyorum” dedi.
Ekrem: “Sen korkmazsın. Bu zamanda erkekler gelemiyor Suriye’den. Sen nasıl niçin geldin?” dedi.
Zeyna: “Kocam ve çocuklarım var deyip ağlayınca”,
Mamo: “Bırak aileyi” dedi.
Ekrem: “Akrabalarından kimi arıyorsun? Senin gibi kadın görmedim” dedi.
Mamo: “ağlama bir kere geldin artık” dedi.
Zeyna: “Babam ölmeden önce yıllarca ve başı kollarımda ölmeden önce dedi ki, “Alkan-u Sikko Kalbimde akan kandır. Kızım, ben ölürsem onları bul” dedi. Vasiyetini yerine getireceğim.” Dedi.
Ekrem, “aramızdaki içinde yanan Mangal’ı ayağıyla itti.” Ve üç kez “sen ne dedin? Ne dedin? Ne dedin?”
Zeyna: O da bizi arıyormuş gibi heyecanlıydı. “Sikko, Alkan, Kırko, Hemo, Taşlı… dedim.
Ekrem: “Ellerini başına vurdu ve ağlayarak” dışarı çıktı. Bir sigara içtikten sonra geri dönerek, “Sen Heme Piri’nın kızı mısın?” dedi.
Zeyna: Ayağa kalkarak ilk kez babasının adını dahi bilen birini görmüş sevinciyle Mamo’ya bakarak “İlk kez gülerek evet” dedi. Babam sekkeratta (ölüm anı) iken, “Sikko-u Alkan kalbimde akan kandır” dedi. Ben onları arıyorum. Ekrem amca ağlıyor ben ağlıyorum.”
Ekrem: “Bacım sen bunların peşine mi düştün?” dedi.
Zeyna: “ Evet kardeşim. Bunun için eşimi ve 8 çocuğumu bırakıp, 40 konaklık yoldan geldim.” Dedi.
Ekrem: “Bacım, başım gözün üstüne geldin. Kızım, anam bacımsın. Baban, amcamdır. Biz de onu aradık ama ... Sen bizden adam çıktın. Gözüme basıp geldin. Tekrar ağlayıp dışarı çıktı. Sigara yaktı ve oğlu babamla aynı adlı Mehmedi çağırdı. Sanki babamı çağırmış gibi oldum. Üç genç beni taksiyle alıp evlerine götürdü. Orda da korkuyorum ama artık rahatladım.” Dedi.
Elleri arkada ayakta olan Şeymus Amca. Dedelerinin mezarına bakan babam. 2011 yılı- Siverek Taşlı Köyü.
KIRMIZI ŞERİTLİ İSTİKLAL MADALYASI
ŞEYHANLI AŞİRETİ NAMINA HACI ÖMER CEVHERİ’YE VERİLMİŞTİR. TBMM-12 NİSAN 1925
Akşam olunca eve gelen Ekrem yanında, Sikko’nun oğlu Ekrem’in can dostu ve amcaoğlu Seyyah vardı. Bir hafta Urfa’da akrabaları gezerler. Ve babası için dedesinin mezarından bir avuç toprak alıp mezarına götürür.
Sürgün gelen Zeyna ve Mamo, 4 arabayla protokolle kapıya kadar uğurlanırlar. Bu süreç her bayram 2011 yılına kadar karşılıklı tekrarlandı. Nisan 2010 tarihinde ben de Şam’a kadar gitmiştim.
Devamı Gelecek Yazıda…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.