Ömer KULEKAYA

Ömer KULEKAYA

Medeniyetin simgesi Alâaddin Camii

Medeniyetin simgesi Alâaddin Camii

Alâeddin Camii, şehrin ulucamii olarak, Konya’nın merkezini teşkil eden ve Alâeddin tepesi denilen höyüğün üstünde, Selçuklu sarayının (ALÂEDDİN KÖŞKÜ) yakınında inşa edilmiştir. Caminin kuzey cephesindeki kapı üstlerinde, mühr-i Süleyman biçiminde veya üç dilimli müzeyyen çerçeveler içine yerleştirilmiş pek çok kitâbe bu önemli Selçuklu mimari eserinin tarihini aydınlatmaktadır. Kuzeye açılan kapının üstünde sekiz uçlu yıldız biçiminde bir çerçevenin içindeki dört satırlık tarihsiz Arapça kitâbede yapının Sultan Alâeddin Keykubad tarafından bitirildiği ifade edilmektedir. Bu kitâbenin sağ tarafında mermer üzerine işlenmiş iki satırlık kitâbede ise cami mimarının Dımaşklı Muhammed b. Havlân, mütevellisinin Atabeg Ayaz olduğu belirtilmiştir. Caminin esas cümle kapısı üstündeki üç satırlık Arapça kitâbede de eserin Sultan Alâeddin Keykubad zamanında 617 (1220) yılında Atabeg Ayaz’ın nezaretinde tamamlandığı bildirilmiştir. Beş satır halindeki dördüncü kitâbeden caminin yapımına Sultan I. Keykâvus’un emriyle 616’da (1219) Atabeg Ayas  nezaretinde başlandığı öğrenilmektedir. Esas cümle kapısının sağındaki beşinci dört satırlık Arapça kitâbede ise cami ve türbenin Kılıcarslan’ın oğlu şehid Sultan Keyhusrev’in oğlu Alâeddin Keykubad’ın 616 (1219) yılında Atabeg Ayaz’ın nezaretinde yapımını emrettiği ifade edilmiştir. Cümle kapısı kemeri üzerine yuvarlak bir çini pano yerleştirilmiştir. Bunun da yüzeyinde iç içe iki daire şeklinde Arapça iki yazı bulunmaktadır. İri harflerle olan dış dairede sultanın unvanları belirtilmekte, daha küçük harfli iç dairede ise (1220) yılında Kerîmüddin Erdişah tarafından yapıldığı bildirilmektedir. Fakat bu zatın kimliği ve hangi hizmeti yaptığı tesbit edilememiştir. Yazı çini üzerinde olduğuna göre mihrap çinilerinin onun eseri olması mümkündür.

Medeniyetin simgesi Alâaddin Camii

Bunlardan başka caminin batı duvarında da iki kitâbe vardır. Bunların her ikisinde de Sultan Alâeddin’in adı Keykubad olarak anılmaktadır. Doğu tarafındaki kapının üstünde bulunan uzunca manzum bir kitâbe ise Konya Valisi Sürûrî Paşa tarafından, (1889-90) yılında Sultan II. Abdülhamid’in fermanı ile bir süredir harap ve bazı yerleri yıkılmış olan caminin tamir ve ihya edildiğini bildirmektedir.

Altunba vakfiyesinde Câmi-i Atîk, başka belgelerde Sultan Camii olarak anılan ve Sultan I. Mesud (1116-1155) tarafından yapımına başlanarak oğlu II. Kılıcarslan’ın (1155-1192) tamamlattığı caminin aynı yerde olabileceği İbrahim Hakkı Konyalı tarafından ileri sürülmektedir. Caminin içinde çok değerli ahşap bir minber vardır. Bunun kûfî yazılı kitâbeleri Sultan I. Mesud ile oğlu II. Kılıcarslan’ın adları ile sanatkâr usta Ahlatlı Hacı Mengüberti’nin adını verir. Ayrıca burada 550 (1155) tarihi de tesbit edilmektedir. Bütün bu kitâbelerden anlaşıldığına göre I. Mesud burada bir cami yapımını başlatmış ve herhalde küçük ölçüde olan bu eser, Sultan I. İzzeddin Keykâvus’un (1210-1219) son yılında genişletilmek için tamamen yıkılıp yeniden yapılmaya başlanmışken, ölümü üzerine kardeşi Alâeddin Keykubad (1219-1236) zamanında mimar Muhammed b. Havlân tarafından tamamlanmıştır. Bu mimarın bilhassa kuzey cepheyi inşa ettiğini kabul etmek  gerekir. Bu inşaatın bina emîni ise Atabeg Ayaz’dır.

İ. Hakkı Konyalı 881 (1476-77) tarihli Konya Evkaf Defteri’nden Alâeddin Camii’nin Konya ile civarındaki köy ve kasabalarda bulunan evkafını da tesbit etmiştir. Başbakanlık Arşivi’ndeki  (14 Eylül 1593) tarihli Mühimme Defteri’ndeki bir kayıttan Alâeddin Camii’nin tamiri için Kara Ali Çavuş oğlu Mehmed Çavuş’un görevlendirildiği öğrenilmektedir.

Alâeddin Camii, II. Abdülhamid tarafından yaptırılan tamir ve bazı değişikliklerden sonra, 1914-1918, 1920-1923 ve 1940-1945 savaş yıllarında askerî işlere tahsis edilerek kapatılmıştır. 1958’den itibaren duvarlarında çok tehlikeli çatlakların belirmesi üzerine tekrar kapatılarak tamirine başlanmış ve bu tamir hâlâ bitirilememiştir.

Alâeddin Camii bütünüyle tek devrede yapılmış bir bina olmadığı gibi burada değişik malzemeden faydalanılmıştır. Caminin maksûre kısmının aslında bir kilise kalıntısı olabileceği yolunda vaktiyle Löytved tarafından ortaya atılan iddia ise hiçbir esasa dayanmamaktadır. İnşasında daha erken devirlere ait işlenmiş çeşitli parçalar da bolca kullanılmıştır. Bunların bazıları üzerleri yazılı İlkçağ kitâbeleridir. Mihrabın karşısındaki duvarda türbeye komşu kalın bir sütun gövdesi üzerindeki Grekçe yazı, bu sütunun İsaura’da bir kiliseye vakfedilmiş olduğunu ifade etmektedir. Zaten bir Selçuklu kaynağı da caminin yapımı için uzaklardan malzeme taşındığını haber verir. Avlunun kuzeye bakan ve caminin en gösterişli dış cephesini teşkil eden duvarın batı tarafındaki üst kısmında görülen dizi halindeki kemerli açıklıkları ayıran pâyeler de Bizans yapılarından getirilmiştir. Caminin içinde düz damını taşıyan kemerleri destekleyen sütunlar ve bunların başlıkları da cins ve şekillerinden açıkça görüldüğü gibi hep devşirme malzeme olup tam bir bütünlüğe sahip değillerdir. Bu sütun gövdeleri arasında, ortalarında düğüm biçiminde işlenmiş olanlar bilhassa dikkati çekmektedir.

Alâeddin Camii, zamanla meydana gelmiş bir höyük üzerinde kurulmuş olmasından dolayı son yıllarda duvarları çatlamaya başlamıştır. Eskiden caminin kuzeyinde Selçuklu sarayı ve diğer taraflarında çeşitli binalar ve nihayet höyüğün eteğinde de çepeçevre bir sur duvarı bulunuyordu. Bütün bu yapıların ortadan kalkması ve ayrıca höyüğe yük bindiren büyük bir su deposunun yapılması sonunda, kayan toprak caminin geleceğini tehlikeye sokan bir durum meydana getirmiş ve duvarları çatlamaya başlamıştır. Erozyonu önleyici bir tedbir olmak üzere 1960’lı yıllarda tepenin ağaçlandırılmasına başlanmış ise de ağaçlar yetiştiğinde caminin uzaktan görünüşünü kapatır düşüncesiyle bu çalışmadan da vazgeçildiğinden Alâeddin Camii bugün çok tehlikeli bir duruma girmiştir.

Cami plan bakımından düzensizdir. Muhteşem cümle kapılarına sahip olan kuzey duvarının arkasında avlu uzanır. Bu avlunun camiye yakın kısmında iki türbe inşa edilmiş, bunlardan bir tanesi kanaatimize göre bitmeden yarım bırakılmıştır. Geç devirlerde avlunun büyük bir kısmı bir hazîre haline getirilmiştir. Kuzey duvarının dış yüzünde kale ve  kervansaraylarda olduğu gibi mahmuz biçiminde payandalar vardır. Muhtemelen saraydan avluya geçişi sağlayan kapının bugün çok yüksekte kalmış olması da cami çevresindeki erozyonu belli eder.

En eski bölümün kıble tarafında maksûre kubbesi olan geniş sahn ile bunun girişe nazaran sağında uzanan kanat olduğu tahmin edilebilir. Burasının Sultan Mesud’un yapımını başlattığı ilk cami olduğu sanılmaktadır. Burada kıble duvarına paralel uzanan sahnlar, üzerleri sivri kemerli sütunlarla ayrılmıştır. Caminin üstü düz bir dam ile örtülüdür. Yalnız mihraba uzanan geniş sahnın ucunda, maksûre üzerinde bir kâgir kubbe yükselir. Caminin güneybatı köşesinde duvarların bazı yerlerinde izleri görülen, boya ile yapılmış derz çizgileri iç satıhların bezenmesindeki prensibi gösterir. Ancak  bu kanadın kuzeyde derinliğinin avluya doğru ne kadar geldiği bilinmemektedir. İki cephesi caminin içinde kalan türbenin camiye bu derecede yaklaşması mantığa aykırıdır. Kanadın, kuzey duvarının sonraları namaz mekânını genişletmek için avlu yönünde ileriye alınmış olması muhtemeldir.

Ortadaki kubbeli mekânın diğer yanındaki doğu kanadı ise çok daha geniş ve daha derindir. Kıble duvarına paralel altı sahn, sivri kemerleri taşıyan devşirme sütun dizileri ile ayrılmıştır. Bu kanada giriş doğrudan doğruya dışarıya (doğuya) açılan bir kapıdan olmaktadır. Herhalde esas yapıya ait olmayan ve Selçuklu devrine göre daha geç bir üslûp gösteren minare de bu kanadın kuzeydoğu köşesinde yükselir.

Alâeddin Camii’nin süslemesinde taş işçiliği bilhassa avlu cephesinin kuzeye açılan cümle kapılarından doğudakinde görülür. Saraya geçişi sağladığı tahmin edilen bu kapı Selçuklu sanatının sade ve zarif motifleri ile bezenmiştir. Büyük sivri kemerin alt kısmında zikzak yivli birer sütunçe vardır. Kemerin kavsi, tam ortada bir daire altında birleşen iç içe yarım yuvarlak geçmeler halinde işlenmiş, etrafı ise köşeli çizgiler şeklinde çerçevelenmiştir. Kapının sövelerine kabartma bezemeler doldurulmuştur. Girişin üstündeki lünetin içinde Selçuklu çinilerinde de görüldüğü gibi dört kollu yıldızlar işlenmiş, bunların tam ortasına mühr-i Süleyman biçimindeki sekizli bir yıldız çerçevenin içine kitâbe yerleştirilmiştir.

Maksûre kubbesinde ve mihrapta kalan parçalardan Alâeddin Camii’nde çini süsleme bulunduğu anlaşılmaktadır. Maksûrenin kubbesinin geçiş üçgenleri mozaik çinilerle kaplıdır. Bunlarda rozetler ve örgü (şebeke) motifleri görülür. Mihrap ise daha zengin bir bezemeye sahiptir. Helezonlu olarak dönen dal kıvrımları arasında bir yazı kuşağının mihrap nişini taçlandırmasına karşılık nesih bir yazı şeridi de mihrabın etrafını çerçeveler. 1889’da yapılan tamir sırasında mihrabın esas nişi içine yerleştirilen mermerden yeni bir mihrap, burada olması gereken çinileri ya mahvetmiş veya gizlemiştir.

 

Alâeddin Camii’nin içinde Türk sanatının çok değerli bir eseri olan ceviz ağacından bir minber vardır. Bunun kapısı üstündeki kûfî kitâbede Kılıcarslan’ın oğlu Sultan I. Mesud’un adı işlenmiştir. Alınlıkta da Mü’min sûresinin 16. âyetinin son kısmı yazılmıştır. Minber kapısının çevresindeki silmede ise pek çok unvandan sonra Kılıcarslan oğlu Mesud’un oğlu II. Kılıcarslan’ın adı anılmaktadır. Minberin şerefesinde bu güzel eseri meydana getiren ustanın adı belirtildikten başka minberin 550 yılı Recebinde (Eylül 1155) tamamlandığı da açıklanmaktadır. Böylece minberin işlenmesinin I. Mesud zamanında gerçekleştiği ve onun ölümü üzerine II. Kılıcarslan’ı da övücü yazıların ilâve edildiği tahmin edilebilir. Minber kündekârî denilen teknikte, geometrik şekillere göre biçilmiş parçaların yine geometrik desenlere göre birleştirilmesi suretiyle meydana getirilmiştir. Her bir parçanın dış yüzü de oyma motiflerle bezenmiştir. Merdivenin iki yan korkulukları ile şerefenin yanları ise ahşap şebekeli olarak yapılmıştır.

Alâeddin Camii’nin Selçuklu devrinden beri zeminini döşeyen son derecede değerli halıları vardı. Alman konsolosu J. H. Löytved 1905’te burada Selçuklu devrine ait sekiz halı tesbit etmişti. İstanbul’da Evkaf Müzesi (daha sonra Türk ve İslâm Eserleri Müzesi) kurulduğunda üçü çok yıpranmış olarak, diğerleri de parçalar halinde bu halılar 1914’te bu müzeye gönderilmiştir. Hepsi de Türk düğümü tekniği ile yünden dokunan bu halılarda kenar çerçevelerinde kûfî yazılar görülür.

Her bakımdan çok zengin şekilde tefriş edildiği anlaşılan Alâeddin Camii’nin içinde değerli Selçuklu halılarından başka,  kûfî hatla yazılmış bir Kur’ân-ı Kerîm bulunduğunu, 1895’te camiyi ziyaret eden F. Sarre yazmaktadır. F. Sarre burada ayrıca Semerkantlı Mehemmed b. Ahmed Yûsuf tarafından yazılmış ikinci bir Kur’ân-ı Kerîm daha görmüştür. Mısır işi  gümüş savatlı güzel bir kandil askısı da F. Sarre’nin dikkatini çekmiştir. Zengin oymalarla süslü muhteşem bir rahle ise halılardan önce İstanbul’a müzeye gönderilmiştir.

Alâeddin Camii’nin avlusunda iki tane de Selçuklu türbesi bulunmaktadır. İbadet mekânının genişletilmesi ve uzatılması sonunda bunların dış cepheleri kısmen caminin içinde kalmıştır. Bu türbelerden birinin tam olmasına karşılık diğeri kubbe ve külâh eteğine kadar mevcuttur. Bizce bu türbenin yapımına başlandıktan bir süre sonra, henüz bilinmeyen bir sebepten dolayı inşaat durmuş ve bina öylece bırakılmıştır.

Tamam olan doğudaki türbe bir mahzen (mumyalık) üzerinde yükselen on köşeli kesme taştan bir gövdeye sahiptir. Bu ana kitlenin üstü kâgir bir kubbe ile örtülü olup dışarıdan bu kubbe piramit biçiminde yine on cepheli bir külâh ile gizlenmiştir. Gövdenin içinde duvarlarda nişler bulunmaktadır. Evvelce tuğla külâhın çini kaplı olduğu, kalan izlerden belli olmaktadır. Bu külâhın çevresinde lâcivert üzerine beyaz harflerle yazılı çini kitâbede “... bu imaretin yapılmasını Kılıcarslan oğlu Mesud’un oğlu Kılıcarslan’ın emrettiği...” bildirilmekte, böylece türbenin II. Kılıcarslan zamanında inşa edildiği anlaşılmaktadır.

Türbenin içinde önceleri tamamen çini kaplanmış sandukalar vardı. Bunlar geç devirlerde dağılmış, çiniler sökülmüş, bir kısmı ortadan kaybolmuş, kalanlar ise gelişi güzel yapıştırılmıştır. Lâcivert zemin üzerine kabartma beyaz harflerden yazılar ihtiva eden bu çini kaplama, sandukaların altında yatanların adlarını veriyordu. İçeride bugün sekiz sanduka vardır. Herhalde evvelce hepsi de kitâbeli çinilerle kaplı olan bu sandukalardan günümüzde dört tanesi çıplak olup harç ile sıvanmıştır. Bu türbede yatanlardan birinin Sultan II. Kılıcarslan olduğu kesin olarak bilinmektedir. Çini kitâbelerden biri bunu açıkça ortaya koyar. Ancak babası Sultan Mesud’un türbesinin Amasya yakınında olduğu söylenmekte ise de onun cenazesinin de buraya getirilmiş olabileceğini ileri sürenler vardır. Nitekim İbn Bîbî’den, burada I. Mesud, II. Kılıcarslan ile I. Gıyâseddin Keyhusrev ve II. Rükneddin Süleyman Şah’ın yattıkları öğrenilmektedir. 1204’te ölen II. Rükneddin Süleyman Şah, 1205’te Kevele Kalesi’nde öldürülen III. Kılıcarslan, 1211’de Alaşehir yakınında yapılan savaşta şehid düşen I. Gıyâseddin Keyhusrev, 1237’de ölen I. Alâeddin Keykubad, 1246’da ölen II. Gıyâseddin Keyhusrev, 1266’da Uluborlu’da boğdurulan IV. Kılıcarslan ve nihayet 1284’te İlhanlılar tarafından öldürülen III. Gıyâseddin Keyhusrev’in bu türbeye gömülmüş olabileceği Konyalı tarafından ileri sürülmüştür. M. Zeki Oral ve Mehmet Önder ise bunlara I. Kılıcarslan’ın oğlu Şehinşah ile III. Kılıcarslan, II. İzzeddin Keykâvus ile III. Keyhusrev’in de ilâve edilebileceğini kabul etmektedirler. Bugünkü durum karşısında bu hususta açık bir sonuca varmak imkânsızdır. Türbenin altındaki mahzende bulunması gereken mumyaların da buradan çıkarılarak tahrip edildikleri yolunda bir söylenti vardır. Fakat şu husus açıkça bellidir ki Alâeddin Camii önündeki türbe Selçuklu hânedanının büyük bir kısmının kabri olmuştur.

Medeniyetin simgesi Alâaddin Camii

Avludaki ikinci türbe ise öncekinin batısında olup daha muhteşem bir mimariye sahiptir. Sekiz cepheli türbenin gövde bitimindeki saçağından sonrası yoktur. Evvelce üstünde bir kubbe ve külâh olup olmadığı da bilinmemektedir. Tamamlanmadan kalmış olması da mümkündür. İçinde bir mihrap bulunduğundan dolayı bazıları burayı mescid olarak kabul etmişlerse de binanın bir türbe olarak yapıldığı hiçbir şüpheye yer vermeyecek surette bellidir. Ayrıca türbelerin çoğunda mihrap bulunduğu bilinen bir gerçektir. Çok temiz bir işçilikle muntazam kesme taşlardan yapılan türbenin köşeleri zencerek kabartmaları ile süslenmiştir. Üst sövesi çift renkli taşlardan yapılmış kapısı, iki yanında sütunçeler olan dilimli bir sivri kemerin içindedir. Kapı üst sövesi ile büyük kemer arasındaki alınlıkta olan üç dilimli çerçeve içindeki kitâbe levhası boştur. Bundan da türbenin bitirilemediği sonucu çıkmaktadır.

İçinde hiçbir sanduka bulunmayan bu türbenin mahzeni, Konyalı’nın ifadesine göre uzun süre su sarnıcı olarak kullanılmış ve bunun için türbenin döşemesinin ortasında bir kuyu ağzı açılmıştır. Türbenin yan cephelerindeki pencereler de kapısı gibi bezemeli birer kemer içinde bulunmaktadır. Bu türbenin iç duvarları çepeçevre nişler halinde olup bunlardan kıble istikametinde olanı içine kabartma frizlerle bezenmiş ve mukarnaslar işlenerek güzel, zengin görünümlü bir mihrap yapılmıştır. İddialı bir sanat eseri hüviyetindeki bu güzel türbenin Selçuklu sultanlarından biri için yapıldığı kesin olmakla beraber kimin için inşa edildiği şimdilik bilinmemektedir.

Anadolu’da Türk medeniyetinin yayılmasında büyük hizmeti geçen Selçuklu Devleti’nin bütün tarihinin merkezi olan Alâeddin Camii, kitâbeleri, süslemesi ve türbeleri ile değerli bir topluluk teşkil etmektedir.

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ömer KULEKAYA Arşivi