Altın Kural
İnsanlığın birikmiş bütün ahlak kurallarını tek bir ilkeye indirgemek zorunda kalsak ve bu ilke herkesi hem cinayetlere, hem hırsızlığa, dolandırıcılığa, sömürüye, zulme ve intikama karşı koruma amacı taşısa… Böyle bir temel ilke acaba ne derdi?
3000 yılı aşkın bir zamandır geçerli ve ‘’genel insan sevgisinin en soylu kuralı’’
Bu kural gerçekten de bütün dünya dinlerinin ve kültürlerinin ahlak konusunda üzerinde birleştiği’’Altın Kural’’ Halk diline yerleşmiş biçimiyle şöyle:
’’Sana yapılmasını istemediğini sen de başkalarına yapma!’’
MÖ 600 Yıllarında Yaşamış, Büyük Pers imparatorluğunun dini kurucusu olan Zerdüşt dahi dile getirmişti bunu:
‘’Senin için itici olan hiçbir şeyi sen de başkalarına yapma’’
Hemen hemen aynı kelimelerle, MÖ 200 yılında yazıya dökülen Eski Ahit’te Tobit’in kitabında şöyle deniyor:
’’Kendin nefret ettiklerini sen de başkasına reva görme!’’
Çinli Filozof Konfüçyus(MÖ551-479) ahlak öğretisinin merkezine ‘’şu’’ adını taşıyan karşılıklılık ilkesini oturtmuştu. Kendisine insanın hayatı boyunca ölçüsü olabilecek bir sözcük olup olmadığı sorulduğunda şöyle yanıt vermişti:
‘’Bu kelime şu olsa gerek; insanın kendisi için arzulamadığını başkalarına yapmaması!’’
Konfüçyüs sonraları bu düşünceyi geliştirdi:
‘’ İnsan kendinden üzerinde olanlarda görüp nefret ettiklerini kendi altındakilerle ilişkilerinde uygulamamalı. Kendi altındakilerde görüp nefret ettiklerini ise hizmet ederken üstündekileri ne uygulamamalı’’
Bu Altın Kuralın ahlaki açıdan önemi, etik anlayışın temelini insanın kendisine bağlaması ve iyilikle kötülüğü ayırt etmesi için tanrısal, metafizik bir üst merci gerektirmemesi. Yegâne ölçüt, insanın doğal olarak hissedebildiği kendisidir. Hislerimiz bize ne olursa olsun maruz kalmak istemediklerimizi, nefret ettiklerimizi söyler. Bu arada düşüncenin merkezinde altın kural tüm insanların benzer hissettiği ön kabulünden ortaya çıkar.
Antikçağ Yunan Filozofları da ahlak anlayışını aynı şekilde karşılıklılık fikri üzerine kurmuştu. Miletli Thales (MÖ 625-547) en adil sürülen hayatın hangisi olduğu sorusunu şöyle yanıtlar:
‘’Başkalarında hoş görmediklerimizi yapmadığımız’’
Nitekim MÖ 525 yılı dolaylarında ortaya çıkan Budizm de buna benzer bir ifade kullanır:
‘’Sana yaralayıcı gelen yollardan sende başkalarını yaralama’’
Hinduların Mahabharata destanı bu ilkeyi daha ileri götürür:
‘’İnsan kendisine aykırı gelen davranışları başkalarına karşı da benimsememeli. Her türlü ahlakın nüvesi budur.‘’
Bu Nüve Bize, Kendi Bakış açımıza, davranışlarımızdan etkilenen insanın bakış açısını da katmamız gerektiğini söyler. Bir tür düşünce jimnastiği yapılmalıdır; Sonucundaki perspektif değişimi her türlü ahlakın temel taşını oluşturur.
Hristiyanlık Altın Kuralı daha da ileri bir noktaya taşır: Olumsuz davranışta bulunmama çağrısını, olumlu eylem de bulunma görevine dönüştürür. Matta incili şöyle der:’’ ‘’İnsanlardan kendiniz için her ne bekliyorsanız, siz de onlardan esirgemeyiniz’’ ayrıca ‘’ Kardeşini kendin gibi sev’’
7. yy. ortaya çıkan İslamiyet’te de aynı olumlayıcı ilke karşımıza çıkar:
’’İçinizde hiç biriniz, kendisi için arzu ettiğini kardeşi için de istemediği müddetçe mümin değildir’’
Altın kuralın Hıristiyanlıkta ve İslam da böylesi bir yöne gitmesinde dikkat çekici olan, ahlakçı eğilimdir.
Çünkü belirli bir davranışa yönelten bu talebin içinde, ‘’Sevapların alıcısı’’ konumunda kişilerin bunları isteyip istemediğini bütünüyle göz ardı eden misyonerce bir gayretkeşliğin de payı vardır.
Altın Kuralın Davranış yükümlülüğü getiren biçimi Aydınlanma felsefesine de girer. Ve İmmanuel Kant’ın (1724-1804) derslerine konu olur. Kant’ın sıkça alıntılanan kategorik buyruğu şöyle der:
’’Öyle davran ki, iradeni yöneten düstur daima, genel bir yasamanın ilkesi olarak ta geçerli olabilsin.’’
Bu ifade altın kuralın akılcı yorumu olarak anlaşılmıştır. Yazı: Wolfgang Michal
Yukarıda yazılanlar ve sunulan altın kural dikkat edilirse hep kul hakkına yönelik uyarılar ve söylemler olarak karşımıza çıkıyor.
İnsanlar zaaflarını terbiye etmediği sürece erdem yolculuğunda yol alamazlar.
Kullukla ilişiğini kesenlerinde kul hakkı gibi konularda duyarlıkları olamaz.
İnsanların gereğini yerine getirmekle yükümlü oldukları haklar “Allah’ın hakları” (hukūkullah) ve “kulların hakları” (hukūk-ı ibâd) şeklinde başlıca iki kısma ayrılmış olmakla birlikte bir de hem Allah hakkı hem kul hakkı sayılan haklardan da bahsedilir. Kaynaklarda Hukūkullaha riayet “Allah’ın emrine saygı”, hukūk-ı ibâda riayet ise “Allah’ın yarattıklarına şefkat” deyimleriyle ifade edilir.
Kul haklarına dair hükümlerin aynı zamanda Allah’ın koyduğu hükümler olması gerçeğiyle de kul haklarının gözetilmesi Allah’ın emrine saygı olarak değerlendirilmesini de zorunlu kılar.
Hak ile batılı ayıracak olan, hidayet rehberi ve delilleri bulunduran vahiy pınarından uzak kalınmış bir yaşamdan mahrum kalmak, zihinlerimizi ve kalplerimizi doğru kaynaklardan beslememek, kalplerimizin katılaşmasına, yaratandan da uzaklaşmamıza da yol açacaktır. Bunun nihai sonucu da her türlü haktan, hakikatten uzaklaşmak kaçınılmaz olacaktır.
İslam inancında insan temiz ve şerefli bir varlıktır. Temiz ve şerefli kalabilmesi içinde dikkat etmesi gerekenler asırlar önce tebliğ edilmiştir.
Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız.
"...Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.
Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz.
Zina etmeyeceksiniz.
Hırsızlık yapmayacaksınız..."Hz. Muhammed (sav) Veda Hutbesi
İdrak yolları enfeksiyonlarına maruz kalmış kişiler için diğer haklar gibi kul hakkının da ne ihtiva ettiği anlamsız gelebilir.
Toplumda tüm haklar konusunda yeterli duyarlılık kazandırmak kaçınılmazdır.
Kul hakkı yeme hastalığına müptela olanlar tedavi edilmezlerse, bu kişiler görünürde bir engeli ve hastalığı olmayan organlara sahip olsalar da, manen anlamayan bir kalbe, işitmeyen kulaklara ve görmeyen gözlere sahip olacaklarından hayata bakışları da hastalıklı olacaktır.
İnsan hakları kavramından daha bağlayıcı olan kul hakkı hayatın her alanını kuşatıp, ilişkiler sistemine yön veren bir değerdir.
Toplumsal huzur için insanların Allah yok muş gibi yaşamamalarını, kendilerine ve birbirlerine olan sorumluluklarını dikkate almalarını istiyorsak, Allah'ın rızasını öncelemek, insanların birbirlerinden razı olmalarını sağlayacak davranışları, değerleri hayata geçirmek ve bu konudaki her türlü olumsuzluğa karşı da net bir tavır takınmamız gerektiğini akıllardan çıkartmamak gerekir.
Yazımızı usta kalem Abdurrahim Karakoç’un dizeleriyle bitirelim:
Bacısız, gardaşsız kalsam da garip, sahtekara gardaş olamam
Varıp, camide ön safa karargah kurup kul hakkı yiyene gardaş mı deyim?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.