Hudavendigar İle Tapduk Emre
Anadolu’nun bir Türk-İslâm yurdu oluşu sırasındaki manevî coğrafyasına baktığımızda elbette pek çok manevî mimarla karşılaşırız. Ama iki isim vardır ki, onları bir arada düşünmemek imkânsızdır. Bu iki isim hemen tahmin edileceği gibi Mevlâna ve Yunus Emre’dir.
Doğum ve ölüm tarihlerine baktığımızda bu iki isim arasındaki ilk ortak nokta çağdaş oluşlarıdır. Mevlâna (1207-1273), Yunus Emre (1240-1320) tarihleri arasında yaşamışlardır. Yani Mevlâna’nın vefatında Yunus 33 yaşındadır. Dolayısıyla aynı zamanların insanları olarak görüşmeleri mümkün görünmektedir. Ayrıca her ikisi de mutasavvıftır. Ama onlar arasındaki benzerlik sadece bu iki özellikleriyle sınırlı değildir. Aralarında çok daha özel yakınlıklar, şahsî tanışıklıklar ve söylemlerinde benzerlikler söz konusudur.
Konya, bir ilim ve irfan şehri olarak Mevlâna nefesiyle yeni bir cazibe merkezi olur. Burada inancın, sevginin, barışın, kardeşliğin sesi yükselir. Üstelik oldukça evrensel bir söyleme dönüşerek, coğrafya, ırk, dil, din farkı gözetmeyen bir sestir bu.
Mevlâna’nın evrensel çağrısıyla herkese kucak açılan bu şehirde bu çağrıya uyup, Konya’ya Mevlâna dergâhına gelenlerden biri de Sarıköylü Yunus Emre’dir. Yunus Emre, muhtemelen önce Konya’da bir süre ilim tahsili yapmıştır. Çünkü Konya’nın o çağda böyle bir ilim merkezi olma hüviyeti vardır. Konya medreselerindeki öğrenimi sırasında aynı şehirde bulunan Mevlâna’dan, Yunus’un habersiz olması düşünülemez. Dolayısıyla bu tahsilden sonra Yunus, ebetteki irfan sularına da kulaç atacaktır. Yunus, bu yıllarda henüz 25-30 yaşlarında genç bir insandır. O da Mevlâna meclisine katılır.
Mevlâna meclisinde yerini alan Yunus, bu coşkulu aşk ırmağından nasibi olan irfan bilgilerini devşirir. Belli ki, Mevlâna da Yunus için büyük bir muhabbet beslemektedir ki, “görklü nazarıyla Yunus’u, mana âlemlerinin derinliklerine indirir.
“Mevlâna Hüdavendigâr bize nazar kılalı,
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.”
“Yunus, Hz. Mevlâna”nın büyük oğlu Sultan Veled ile arkadaşlık etmiş, her ikisi de Mevlâna’dan ders almışlardır. Mevlâna vefat edince Yunus pek perişan olmuş, ardından içli gözyaşları dökmüş, tesellisiz, ışıksız bir ömür sürmeye başlamış. O günlerde Mevlâna’nın mübarek merkadi üzerine bir türbe yapılıyormuş. Yunus, inşaatın gönüllü ırgadı olmuş, sabahtan akşama kadar omzunda taş, tuğla taşıyarak vecd içinde çalışıyormuş. Fakat inşaat devam ederken Konya’yı terk etmeye karar vermiş. Sultan Veled’i ziyaret edip, elini öpüp ayrılacağını bildirmiş.
Sultan Veled de ona, “Git Yunus git… Sen artık türbe değil de gönül binaları yap.” diyerek uğurlamış. Bu menkıbe, bir yandan Yunus’un Mevlâna ile yakınlığını göstermesi, bir yandan da Sultan Veled’in, Yunus’un tarihi misyonunun farkında olan biri olarak ona, “Sen bina değil gönüller yap! Haydi yolun açık olsun” diyerek, onu irşat görevi için Konya’dan uğurlaması oldukça manidar bir hadisedir. Öyle ki, bu söylencedeki uğurlama cümlesiyle, Yunus’un ebedî hayat felsefesini özetleyen:
“Ben gelmedim davi için
Benim işim sevi için
Gönüller dost evi için
Gönüller yapmaya geldim.”
dörtlüğünü birlikte düşününce işin sır perdesi aralanmış olur.
Dahası var elbette. Mehmet Önder’in verdiği bilgilere göre 25 yaşından 33 yaşına kadar yaklaşık 8 yıl Konya”da kalan Yunus Emre, Tabduk yoluna bundan sonra düşer. Bektaşî menkıbesi onu Hacı Bektaş yurdundan Tabduk yurduna gönderse bile, Mevlevî söylencesine göre Tabduk’un yanına Konya’dan sonra gidilir. Yunus, bu gidişte bile Konya günlerini ve Mevlâna sohbetlerini unutmaz ve daha sonra Mevlâna’nın vefatı üzerine duyduğu elemi onun çevresindeki uluların da isimlerini zikrederek bir dörtlüğünde şöyle dile getirir:
“Fakih Ahmet Kutbeddin
Sultan Seyyid Necmeddin
Mevlâna Celaleddin
Ol Kutb-ı Cihân kanı.”
Mevlâna ve Yunus, yaşadıkları asrın iki büyük ışığıdır. Bu öylesine ince bir kader sırrıyla gerçekleşir ki, tasavvuf öğretisi bu iki coşkulu âşıkta derinlikli yorumunu ve estetik anlatımını bulur. Birlik çağrısı birinde Farsça ile diğerinde Türkçe ile yapılır. Mevlâna, ilmin irfanın da başkenti mesabesindeki Konya”da yapmaktadır irşat görevini. Bu durum onu Farsça söyletir. Yunus ise şehir insanı değildir. Halkın içinden fakir bir rençper olarak çıkıp geldiği bu ilim ve irfan noktasında, içinden çıktığı sosyal çevreye göre Türkçe’yi tercih eder. Özbeöz Türkçe söyler. Bu sadece bir tercihle de ilgili değildir. Türkçe, şehir dili olarak çok işlenmiş bir dil durumunda değildir. Ama Oğuz boyları içinde konuşulan Türkçe, Dede Korkut”tan beri ilmik ilmik işlenerek yüksek bir edebiyat dili hâline gelmeyi başarmıştır. Yani durumu hem seslenilen kitlenin özellikleri hem de Türkçe’nin kullanılış alanlarıyla ilgili bir tercih, belki de zaruret olarak düşünmek durumundayız.
Farsça yahut Türkçe; aşkın lisanı kendincedir. Beden kulağına değil, gönül kulağına seslendiği için hangi dilde söylendiği de çok önemli değildir zaten. Ve aşkın diriltici sesi yeniden söylenmeye başlar. Sağımızda Mevlâna, solumuzda Yunus. Biz, hangisine kulak kesilirsek kesilelim, lisan farklı bile olsa gönül özde aynı şeyi duyar; duyulan aşk çağrısı, birlik yani tevhid sesidir. Aralarında mana olarak hiçbir fark yoktur. Mevlâna’nın evrensel çağrısıyla Yunus’un, “Gelin, tanışık olalım” demesi aynı şeydir. Söyledikleri dikkatli bir gözle okunduğunda daha nice böyle benzer söylenişler görülecektir.
KAYNAK : “semazen.net” adlı siteden Mustafa Özçelik’in makalesinden alınmıştır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.