Mustafa AYCAN

Mustafa AYCAN

Şehit Yüzbaşı Madam Erika

Şehit Yüzbaşı Madam Erika

Kafelerde çayınızı yudumlarken, telefonun tuşlarına dokunarak, “günaydın canım”la uyanıp, “iyi geceler bitanem”le uyurken, parklarda el ele, göz göze dolaşırken, bir restoranın masasını gülle donatırken, bir mağazada “bu sana çok yakıştı alalım” derken, yarın sahile mi gidelim, yoksa çarşı pazar mı gezelim derken ve nihai olarak nikah masasına otururken lütfen hatırlayın dostlar.

Çok kullandığım bir deyim var: "Mekke'de Müslüman olmak kolay, gel de Paris’te Müslüman kal.” demem o ki günümüzde aşkı yaşamak, yaşatmak kolay. Kime sorsak aşk acısı çekiyor, sadakatten, ihanetten, vefadan, baki sevdadan dem vuruyor.

Bir bakalım Çanakkale harp yıllarındaki aşka;

Selanikli'ydi... Mustafa Kemal'le akrandı, 1881 doğumluydu, askeri tıbbiyeden mezun oldu, hekim yüzbaşıydı... Eğitim için Almanya'ya gönderildi. Görev yaptığı hastanede O'nunla tanıştı, hemşireydi, beline kadar örgü sarı saçlı, tipik Alman güzeliydi.Ragıp'ın aklı başından gitti, kaçamak bakışlarla kendisini süzen o mavi gözlere kelimenin tam manasıyla vurulmuştu...Ragıp da filinta gibi delikanlıydı, üstelik Almanca'yı akıcı şekilde konuşuyordu, espriler mespriler, romantik cümleler, flört etmeye başladılar.

Doğrusu O'da ilk günden gönlünü kaptırmıştı ama mantığı engel oluyordu. Alman gerçekçiliği ağır basıyordu; çünkü özellikle babasının ne cevap vereceğini çok iyi biliyordu. Bir Türk'le bir Müslüman'la evlenmesine asla müsaade etmezlerdi. Ayrıca kendisi koyu bir Hristiyan sayılmazdı ama bir Türk'le evlense bile din değiştirmek istemiyordu. Ragıp Bey dedi ki, “babanı sen bana bırak, dinlerimiz konusunda ise düşündüğün şeye bak, ben seni böyle sevdim, sen beni böyle sevdin, birbirimizi neden değiştirelim ki?”

Sonra gitti, bir buket çiçekle kapıyı çaldı, bizde gelenek böyledir dedi. O'nu istedi, sizi ikna etmek için ne demem gerektiğini günlerce düşündüm, inanın bulamadım, sadece şunu söyleyebilirim, kızınıza aşığım dedi. Adeta sihirli iki kelimeydi. Zor, kolay oldu... Medeni kimliğiyle, medeni cesaretiyle,aileyi etkilemişti, kayınpeder ikna oldu “peki” dedi, hemen bir hafta sonra Almanya'da evlendiler.

Mutluluktan uçuyorlardı, çocukların hayalini kuruyorlardı. Maalesef, Osmanlı seferberlik ilan etti. Ragıp bir saniye bile tereddüt etmedi, vatan topraklarında kapışma başlarken, Almanya'da duramazdı. Onu karşısına aldı, “sana bunu yapmak istemezdim ama gitmem lazım” dedi ve ekledi. “Ölmezsem, bekle beni…” Hiç yanıt vermedi, açtı yatak odasındaki dolabı, bavulu çıkardı, çoktaaan hazırlamıştı, gazete okuyan her Alman gibi elbette dünyanın nereye gittiğini biliyordu, Ragıp'a sarıldı, “sen nereye ben oraya” dedi… İyi günde kötü günde, anca beraber kanca beraberdi. İlk trenle İstanbul'a geldiler.

Ragıp lisan bildiği için Almanya'da zorlanmamıştı ama o tek kelime Türkçe bilmiyordu. Ev kiraladılar, Alman gelin açısından ne komşu vardı, ne akraba, ne tanıdık… Üstelik Ragıp'ın ailesi kendi ailesi kadar hoşgörülü olmamıştı, yabancı gelin kabul edilmemişti. Ragıp her sabah Taşkışla hastanesindeki geçici görevine gidiyor. O eşi gelene kadar sokağa bile çıkmıyor, yapayalnız bekliyordu. 4 ay böyle geçti. Ragıp, Çanakkale'ye, cepheye, başhekim yardımcısı olarak atandı.

Yine onu karşısına alıp “sana bunu yapmak istemezdim ama gitmeliyim” dedi. O gülümsedi, çoktan bavulunu hazırlamıştı, “söylemiştim sana dedi, sen nereye ben oraya…” Ragıp bir yandan kendisini böyle bir kadınla tanıştırdığı için tanrıya şükrediyor, bir yandan sevdiğini böylesine sürüklediği için vicdanen kahroluyordu. At arabasıyla Çanakkale'ye geldiler. O bu kez yalnız değildi.

Mesleğinin tam göbeğine gelmişti. Sahra Hastanesinde gönüllü hemşire olarak çalışmaya başladı. Ev yoktu, baraka bile yoktu, sahra hastanesinin bitişiğinde çadırda kalıyorlardı, kuru ekmeğe talim ediyorlardı. Gel gör ki… Yaşamında böyle mutlu olmamışlardı. 24 saat, gece gündüz birlikteydiler, önemli olan buydu, olumsuz koşular umurlarında bile değildi. Savaş başladı…

Ragıp sürekli ameliyattaydı. O kan revan içinde gazilerimizin başındaydı, yara sarıyor, ilaç veriyor, ana şefkatiyle kınalı kuzularımızın saçlarını okşuyor, öğrendiği bir kaç kelime kırık dökük Türkçesiyle moral kaynağı oluyordu, “ölmeyeceksin, yaşayacaksın, iyi olacaksın, sevdiğine kavuşacaksın” diyerek, paramparça evlatlarımızı hayata bağlamaya çalışıyordu...

Gazilerimiz O'na “hemşire” , “ana hatun” adını takmışlardı. Can pazarındaki bu kahraman kadını, ana yerine koymuşlardı. Hastaneden vakit bulduğunda, köylü kadınlarımızla birlikte çalışıyor, iğne iplikle Mehmetçik'in delik deşik kıyafetlerini onarıyor, çadır dikiyordu... 17 Aralık 1915, saat 15. İngiliz keşif uçağı Eceabat'ın Yalova köyündeki Hilal-İ Ahmer Hastanesi üzerinde dolaştı. Adrese teslim koordinat belirliyordu.

10 dakika geçti geçmedi, İngiliz zırhlılarından bombardıman başladı. Çatısında 20 metre boyunda “kırmızı ay” bulunmasına rağmen, bile bile, tüm ahlaki kurallara aykırı olarak, hastaneyi bombaladılar... Ana Hatun orada hayatını kaybetti, tertemiz yüreğine şarapnel denk gelmişti. Ragıp yara almadan kurtuldu ama onun cenazesini kucakladığı o saniyeden sonra yaşadı denilebilir mi? Onun için askeri tören düzenlendi.

Sevdiği adamın vatanında, vatanımızın bağrında, Yalova köyünde, şehitlerimizin yanında toprağa verildi. Kabrinin kitabesine Osmanlıca “ifa-yı vazife esnasında top mermisiyle terk-i hayat eden madam” yazıldı... Çanakkale dediğin, duygusuz, ruhsuz, hamasi nutuklardan ibaret değildir... Ayşesiyle Fatmasıyla, Lindasıyla Erikasıyla, yarım kalan aşkların destanıdır...

Madam Erika olarak bilinen Anna Schwarz

Avusturya asıllı Alman Hemşire, Çanakkale Savaşında ilk kadın şehidimiz, Dr.Ragıp Bey'in eşi ...

Kalın sağlıcakla.

KAYNAK: Avusturya Milli Kütüphane arşivi

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa AYCAN Arşivi