Oğuzhan Akyener

Oğuzhan Akyener

Ahmetleri Bekleyen Kudüs 1

Ahmetleri Bekleyen Kudüs 1

“Tûr Dağını yaşa
Ki bilesin nerde Kudüs
Ben Kudüs’ü kol saati gibi taşıyorum

Ayarlanmadan Kudüs’e
Boşuna vakit geçirirsin
Buz tutar
Gözün görmez olur

Gel
Anne ol
Çünkü anne
Bir çocuktan bir Kudüs yapar

Adam baba olunca
İçinde bir Kudüs canlanır

Yürü kardeşim
Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin!” (Nuri Pakdil, Anneler ve Kudüsler Şiiri)

*

Allah bu derin manayı mısralara döken Nuri abimize rahmet etsin…

Gelin bir hikaye anlatalım bugün…

*

Ahmet büyümüştü. Boğaziçi Üniversitesinde lisans eğitimini tamamladıktan sonra, yüksek lisans eğitimine London School of Economics’te başlamıştı. Daha akademik kariyerinin başında olmasına rağmen, birçok uluslararası yayını vardı. Şimdiden isim yapmaya başlamış bir sosyologdu. İnsanlara düşkündü. İncelemeye ve gözlem yapmaya bayılıyordu. Her bulduğu fırsatta Avrupa’nın popüler olmayan ücra köşelerini dolaşıyor, farklı farklı insanları tanıyor, tespitlerini kaleme alıyordu.

Gezilerine Bulgaristan ve Romanya ile devam etmekteydi. Tabii Romanya’nın bambaşka bir manası vardı kendisi için. Hep babasının gitmek istediği ve selam ilettiği Sarı Saltuk türbesi oradaydı.

Başka hiçbir durağa uğramadan doğruca türbeye doğru sürdü aracını. Ziyaretgâha ulaştı. Daha arabayla park yerine yaklaşırken dahi, tüyleri diken diken olmuştu. Bu duruma babası: “Bak nazar ve hoş geldin karşılaması başladı” derdi. Vakit geçirmeden huzuru çıktı. Çok keyifli, üzerinden bütün yüklerin kalktığı bir ziyaret nasip olmuştu. Babasının selamını iletti. Sonra “Hey gidi hoca alperen!” diye geçirdi içinden. Binlerce yıl önce Rum diyarına böylesi dalmak da neydi? Nasıl bir enerjiydi bu? Kaynağı neydi?

Sarı Saltuk’un dostu ve hocası Hace Ahmet Yesevi’yi hatırladı. Babasının kendisini daha küçücük bir çocukken Anadolu’nun dört bir köşesinde ziyarete götürdüğü onlarca kabristanda ve türbede hep o büyük aksiyon adamının izlerini görmüş, adeta kokusunu hissetmişti. Romanya’da da aynı hal ve havayı soluyunca, Hace’ye karşı olan muhabbeti yine içini kavurmaya başlamıştı.

Binlerce türbe ve hatta yaşayan evliya olduğunu düşündüğü insan görmüştü. Fakat “Ahmet Yesevi” denince kalbinde ayrı bir muhabbet ve heyecan vuku buluyordu. “Ahi Evran”larda, “Tabduk Emre”lerde, “Yunus”larda, “Hacı Bektaş-ı Veli”lerde, “Şaban-ı Veli”lerde, “Akşemsettin”lerde, “Hüseyin ve Battal Gazi”lerde, babasının Ulus’taki “Bayram Abi”leri ve Karapürçek’teki “Baba Erenler” olarak bilinen türbedeki “Ahmet Abi”lerinde, “Ertuğrul – Osman – Orhan Gazi”lerde, hatta koca koca taşlardan ibaret kalmış eski mezarlıklarda dahi sanki çocukluğundan bu yana Ahmet Yesevi’nin kokusunu ve dokunuşlarını hissediyordu. Sarı Saltuk Baba’da da aynı izler mevcuttu.

Babası Ahmet Yesevi için “Pir-i Yesevi devlettir. Osmanlı ve Selçuklu’nun mayası ve yüreğidir!” derdi.

Peki, Hace’nin farkı neydi? Nasıl bir hal ile yansıtabilmişti emanetleri ki; bu derece etki etmişti? Bir insan yetiştirmek, eğitmek yıllar alıyorken, bırakın talebeleri, şimdiki şeyh efendilerin eldeki parmak sayısını geçmeyecek kadar halifesi olabiliyorken, hatta onların da yarısı çocuklarından oluyorken, “Pir” nasıl kısacık ömründe binlerce halife yetiştirebilmişti? El verdiği kimseleri de nasıl kısa zamanda hazır edip, Rum diyarlarının karanlığına kandil olmak üzere gönderebilmişti? Hatta göndermek de bir kenara, attığı tohumlar o kurak topraklarda nasıl filizlenip, Osmanlı gibi çınarlara erebilmişti?

Türbenin kenarına oturup, derin düşüncelere bıraktı kendini yeniden...

Aslında Türkiye’de ve hatta Avrupa’da faaliyet gösteren birçok tarikat ve cemaatle merakı sebebiyle temas etmişti. Birçok şeyh efendinin sofrasından yemişti. Fakat sanki Ahmet Yesevi ile kıyaslandığında, ya günümüzde bir şeyler eksikti ya da gerçekten zaman artık bazı emanetlerin yeşeremeyeceği kadar kirlenmişti...

Çoğu şeyh efendinin dergâhında çok güzel hizmetler dönmekteydi. Âlimler yetişmekte, halk Kur’an ve sünnete yönlendirilmekteydi. Lakin bir şeyler eksikti işte. Daha statükocu, gelenekçi, postun babadan oğula geçmesi sebebiyle biraz saltanatvari, bir arayışla gelen insanlardaki enerjiyi hayata ve insanlığa yönlendirmek yerine içeride hapseden, bu sebeple de bir taraftan temizlenmeye vesile oluyorken, diğer taraftan da başka irinlerin/hastalıkların oluşmasına zemin hazırlayabilen, dünyanın peşinde giden ve dünyalık mal-makam elde etme kaygısında olanların sayısının çok arttığı ortamlara ve modellere de defalarca şahit olmuştu. Belki de farklar ve kusurlar bu noktalardaydı...

Müntesiplerin nazarında şeyh efendiler öylesi büyütülüyordu ki, bırakın batını; zahirde dahi ulaşılamayan noktalara konuluyordu. Övgü ve iltifat kulluğun izin verdiği edep sınırlarının dahi çok ötesindeydi. İşin garip tarafı ne şeyh efendiler ne de etrafındakiler bu tutarsız yaklaşımları engelleyecek, kendilerini en tepede göstermek yerine azıcık kenarda tutacak bir tutuma yanaşmıyordu. Hatta şeyh efendilerin yakınları, akrabaları, hizmetkârları dahi şeyhe gösterilen abartılı yaklaşımların, şeyhin olmadığı ortamlarda kendilerine de gösterilmesini bekliyordu.

Fakat asıl iş yok olma, kaybolma ve kendinden bir şey katmadan sadece Muhammedi olarak kalmada değil miydi? Babasından bunları öğrenmemiş miydi? Babası hep kendisine; Hz. Peygamber (s.a.v.)’den kalan kutsal emanetlerden, insanın yüce makamından, bu sebeple bu emanetleri taşıyabileceğinden, fakat bunları taşırken de kendinden bir şey katmaması gerektiğinden, insanın içinde biriken irini emanetlere hiç bulaştırmadan bütün insanlığın idrakine arz etmesi gerektiğinden, bunun için ayrım yapmaması, hizipçilik çıkartmaması, fraksiyonculukla ümmeti ayrı tutmaması hatta hiç bir ademoğlunu ötekileştirmemesinin lazım olduğundan, Rahman’ın kendisine verdiği bütün iyi şeyleri - parayı, ilmi, makamı, eşi, çocukları, nimetleri, sağlığı, kariyeri – hep “Beyt-ül Mal”e kaydettirmesi ve üzerinde taşımamasının öneminden, bu sayede ancak yoklukta kaybolarak varlığa ulaşılabileceğinden ve varlığın lütfuyla atılan adımların, ortaya konan halin ve aksiyonun dünyayı değiştirebileceğinden bahsederdi.

Sanki babasının yaptığı bu öğütler dahi; Ahmet Yesevi’nin mutfağından gelerek kendisine sunulmuş hakikatlerdi.

Ahmet Yesevi’nin “Ya Muhammed” şiiri aklına geldi. Fakirlere yönelik söylemlerini tekrar ederken derin bir “ah” çekti. Şimdi zamane dergâhlarında dahi fakirin ehemmiyeti kalmamış, zengine ve makam sahiplerine iltifat edilir olmuştu. Demek ki, ahir zaman dedikleri böyle bir şeydi…

Bunları düşünürken, türbede de kimse olmayınca biraz uzanası geldi. Tatlı bir uykuda bu derece odaklandığı zat kendisini beklemekteydi...

Rüyada kısa boylu, yamalı hırkalı, lakin dimdik duran, bembeyaz sakallı, heybesi yanında asılı halde duran, gözleri çakmak çakmak parlayan “Pir”i görmüştü. “Pir”in yanında birileri daha vardı.

“Pir” kendisine tebessüm ederek bir şeyler söyledi. Heyecanla irkilerek uyandığında aklında kalan tek şey: “Kudüs”tü...

Nasıl bir rüyaydı. Çok hoş olmuştu. Keyf etmişti. Fakat söylenilen hiç bir şey aklında değildi. Sadece “Kudüs” vardı. O da ne demekti? Anlayabilmiş değildi. Sarı Saltuk Baba’ya selam edip, türbeden ayrıldı. Abdestini tazeledikten sonra babasını aradı. Rüya belki de çok önemli ve hikmetliydi.

Ahmet’ten rüyasını dinleyen babası: “Allah mübarek etsin, hayırlı olsun evlat. Belki de Ahmet Yesevi Hz. seni Kudüs’e davet etmiştir. Hadi vizeler yetişirse haftaya İstanbul’da buluşup, Kudüs’e çıkalım” dedi. Böyle bir çıkarımı aslında kalben Ahmet de yapmıştı fakat daha önce “rüyayla amel edilmez” diyen babası bir anda nasıl böylesi hızlı bir karara varabilmişti?

*

Devamı inşallah yarın köşemizde…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Oğuzhan Akyener Arşivi