Şova dönüşen ev oturmaları
Mobilya görmeye mi gidiyoruz yoksa dostumuza, arkadaşımıza, ailemize, akrabalarımızı görüp hasbihal etmeye mi gidiyoruz? Önce bunu bir netleştirelim.
Yok ben mobilya görmek istiyorum, eşyalarını ve düzenini merak ediyorum diyorsanız bir gününüzü ayırıp mağaza mağaza son kreasyonlara bakabilirsiniz.
Yok ben dostumu, akrabamı görmek istiyorum diyorsanız sadece onu görmeye gidin. Bir derdini alın, bir yarasına merhem olun. Camındaki yağmur damlasını, halıdaki çay lekesini, koltuk kırlentinin arkasında kalan çocuk oyuncağını, sehpanın tozunu görmeyin…
Bu saydıklarımın hepsi birer yaşam belirtisi. Nefes alınmayan evde bunların hiçbirisi olmaz. Demek ki bu evde yaşayan var. Yiyen, içen, döken, dağıtan var… Ne büyük nimet değil mi?
Eskiden bu kadar yoktu galiba. Ama şu son 15-20 yıldır insanlar birbirleriyle yarış içerisindeler. En mükemmeli, en pahalısı, en moderni bende olmalı diye. Hele ki aylar öncesinden belirlenen gün oturmaları için yapılan hazırlıklar, ikram şovları ve gereksiz sunum çılgınlıklarına hiç girmek istemiyorum çünkü buraya girersek çıkamayız. Masraf, israf, zahmet ne ararsan var. Sebebi ise sosyal medya paylaşımlarıdır.
Vay ki ne vay...
Nerde kaldı o samimiyet... “Eskide kaldı” diyenleri duyar gibiyim. Ama eskide felan kalmadı maalesef, kendimizi kandırmayalım. Biz eskimesini istedik. Kendimiz ettik, kendimiz bulduk.
Bir kuru kahve, 2 bardak çay, yanında Allah ne verdiyse… Petibör bisküvi, yoğurtlu baharatlı ekmek, ya da gevrek...
Bu saydıklarımın ne önemi var ki. İki güler yüz, hoş sohbet yediğinize içtiğinize de değer.
Bunları yazarken ben yapmıyorum, gitmiyorum zannetmeyin. Çocuğum akrabalarını, onların çocuklarını tanısın, kaynaşsın, aile bağları güçlensin diye akraba ve birbirinden bağımsız arkadaş oturmalarına katılıyorum.
Bazen öyle oluyor ki ev sahibi yorgunluktan uyudu uyuyacak. Gittiğim yerde ne kadar bol ikram da olsa yapılanı bozacağım korkusuyla elimi kolumu uzatamıyorum. Halbuki onlar bizler için, yani gelen misafirlere hazırlandı. Sanırsın Picasso tablosu. Sunumlar, ikramlıklar büyüleyici. Bir kahvenin yanına 40 çeşit ürün koyuyorlar. Vallahi bazen öyle bir sunum görüyorum ki hangisi yenecek, hangisi dekor bilemiyorum. Bu durumda ev sahibi getir, götür yapıp ikramda bulunmaktan yanımıza uğramadığı oluyor. Ne yapsın kadıncağız hem hazırlamaktan yoruldu, hem sunmaktan. Gelenlere mahcup olur muyum endişesiyle.
İtiraf edeyim rahat edemediğim bir yerde koltuk batıyor resmen, ruhum daralıyor. Bu gittiğim kişileri ya da ortamları sevmediğimden değil. Zaten sevmediğim ve hoşlanmadığım ortamlarda zoraki durup, dolgu malzemeliği yapmam. Beni bilen bilir. Hürmetin fazlası zarar hanımlar. Rahat olmalı insan. Gelen misafirini ruhuyla, gözleriyle, güler yüzüyle karşılamalı. Samimiyeti, sıcaklığıyla uğurlamalı... Kendimize eziyet etmeyelim. Hele de benim gibi bakar körlere hiç değmez. Otururum, oturduğum yerden de kalkar gelirim. Oradayken mobilyasını, halısını, evini görürüm de ertesi gün sorsalar rengi bile aklımda kalmamıştır.
Yalan dünyada hepsi gelip geçici. Önemli olan yanımızda yöremizde bizi olduğumuz gibi seven, kabul eden yarenler, rafıklar, dostlar bulabilmektir. Hani eskiler derler ya; “Ahretlik” diye… İşte bize lazım olan ahretliğimizi bulmaktır.
Yoksa Aşık Veysel’in “Dost dost diye nicesine sarıldım / Benim sâdık yârim kara topraktır / Beyhude dolandım boşa yoruldum / Benim sâdık yârim kara topraktır” dizelerinde dediği gibi dost diye nicelerine sarılır ve kendimizi avuturuz. Ahretliğini bulabilenlere selam olsun…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.