Unutulmayan çocukluk hatıralarım
Ortaköy'lüyüm ama bu İstanbul’da bulunan bildiğiniz Ortaköy değil!
Bu Ortaköy Konya’nın Çumra ilçesinde, Ziraat Okulu’nun arkasında Güvercinlik Köyü’ne (Garaman Gırı) giderken sağ tarafta, kavak ağaçlarıyla dolu, Çarşamba Çayının sızıntısının olduğu, tamamen bir sülalenin yaşadığı ve benim doğup, 7 yaşına kadar büyüdüğüm yer…
Dedemin babasın Güvercinlik Köyü’nden, bizim deyimimizle Ortaköy’e göç etmesiyle yerleşilmiş bu bölgeye. Hayatlarını çiftçilik ve bir dönem de hayvancılık üzerine idame ettirmişler. Büyük dedemizin 3 oğlu ve 2 kızı da evlendikten sonra, her evlenen erkek için 1 oda 1 mabeyn eklenmiş evlere. Birer nesil daha oluşmaya başlamış böylelikle. Hayatlarını burada, birlik beraberlik içerisinde sürdürmüşler. Torunların da evlenmesiyle bizim nesil oluşmuş.
Benim doğduğum ev 2 katlı 4 odalı, babaannemlerin evlerinin hemen yanı başında idi. Öyle ayrı ev falan yoktu o zamanlar. Otel niyetine kullanılırdı gelin evleri. Yeme, içme, oturma babaannemlerin evinde idi. Kerpiçten yapılmış, 3 oda ve 1 mabeyn… Banyo, şimdilerin ebeveyn banyosu yani gusülhane; bir tarafı gömme dolap şeklinde, içerisine gece serip yatılacak yatak, yorgan, yastık konulur. Kapı girişine bakan diğer tarafı testilik, kapının tam üstüne denk gelen dolaba da televizyon konulurdu. Boyun fıtığı yokmuş o zamanlar demek ki. Evlerin içerisinde çeşme, tuvalet, mutfak olmaz. Çamaşır, bulaşık dışarıda yıkanırdı. Mutfak, tuvalet, örtme, ahır, tandır ortada, her biri başka yerlerde. Hepsinin bir avlu içerisinde olmasının imkanı yok çünkü; diğer amcaların ve amca çocuklarının evleri, mutfakları, tuvaletleri vs. ile bitişik olarak yapılmış. Bu evlerin hiçbiri ne gündüz, ne gece, ne de hane sahibi evde yokken kilitlenmezdi.
Bizim evin nüfusu da kalabalıktı. Babaannem, dedem, 2 amcam, 3 halam ile birlikte yaşıyorduk. Beni onlar büyüttü elden ele. İlk torun olduğum için ailenin göz bebeğiydim. Benden sonraki kuzenlerim de aynıydı. Bizim aile de aşırı bir çocuk sevgisi olduğu için hepsinin ayrı tadı var derdi dedem.
Rahmetli dedem, çocuğa çok kıymet verirdi. Büyükten çok küçüğe hürmet ederdi. Bayramlarda bazı evler çocuk şekerini ayrı misafir şekerini ayrı alırdı. Konya’nın şivliliği gibi çocuklar Çumra’da anne babalarıyla gezmez, kendi aralarında bir grup oluşturur ayrı gezerdi. Kapı kapı şeker toplanırdı. Dedem hep iyi şekerleri çocuklara verin diye bağırırdı. Büyükler ne olsa yer, yemese de olur derdi misafirin yanında. Bir de mantar tabancaları olurdu. Evin küçük erkek torunlarına alınırdı. Bayram sabahı erken saatte atmaya başlarlardı. Ben sevmezdim bu patırtıyı, hâlâ da sevmem o sesi niyeyse. Aslında sevmediğim bir şey daha var. Mahalledeki babaanneler arefe günü gecesinde kız çocukların ellerine kına yakarlardı. Kınayı çocukluğumdan bu yana sevemedim bir türlü. Babaannem yalvarır, ben istemem diye ağlardım. “Bak babaannesi torununa kına yakmamış derler. Herkesin eli kırmızı kırmızı olacak senin ki arasında tek kalacak” derdi de ikna edemezdi beni. Babaannem bu, hiç vaz geçer mi? Gece ılık suyla karardı kınayı, soğuk suyla karsa elime değince uyanırım endişesiyle beni uyandırmadan bir tas kınayı bütün elime boca ederdi. Bayram sabahları kabusum olurdu resmen. Kına çıkana kadar elimi saklardım artık.
Bayramlarda, düğünlerde, hep beraberdik. Gerçi beraberken her gün düğün bayramdı bize. Kimin ocağı tüter, kimin tandırı yanarsa herkes oradaydı.
En az haftada 1 gün mutlaka tandır yanardı. Rahmetli babaannem o gece uyumaz, şafak sökmeden kalkardı. Sabahın ilk ışıklarında kahvaltıya taze çekilmiş kaymak ve dumanı üstünde sıcacık ekmeği yetiştirirdi.
O tandır sadece ekmek pişirmez, idareli bir Osmanlı kadını her şeyden faydalanmasını bilir, asla ziyan etmez. Ekmek yapıldı yapılmasına ama ya sonra… Güğümlerle su konulur, ardından çamaşır yıkanır. O sıcak su ev halkına yettiği gibi, sıcak suya ihtiyacı olan güğümünü alıp gelir, bereketli su onlara da yeterdi. Çömlek içerisine de bir kuru fasulye ya da tandır çorbası konur ki işin arasında akşam yemeği de çıksın. Türüm türüm bütün mahalleyi alırdı kokusu. Hele sonrasında köze atılıp imil imil pişip nar gibi kızaran pancarı yemelere doymak mümkün müydü?
İmece usulüydü her şey.
İnsan doğduğu, büyüdüğü yerleri özlemez mi? Gözümde tütüyor inanın. Şuan doğduğum evde yaşayan olmasa da, oralar yıkılmış olsa da fırsat buldukça gidiyorum. Eski günleri, eski insanları arıyorum ama bulamıyorum. Eski günler geride kaldı, eski insanlar da ebedi aleme uğurlandı. Yaşananlar hatıralarda, hafızalarda kaldı. Unutmamak ve unutulmamak dileğiyle...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.