Alışılmayan Acı
Ben “ölüm” gerçeğini kabullenmek zorunda kaldığımda çok da büyümüş değildim. Aynı evde yaşadığımız, aynı sofrayı paylaştığımız ve elinde büyüdüğüm insanı kaybettiğimde onu bir daha görmeyecek olacağımı anlamam zaman almıştı. Kapıya gelen ambulansların, içeride kargaşa içinde olan insanların arasında yere çöküp olan biteni anlamlandırmaya çalışıyordum. Asıl acının cenaze kalabalığı çekildiğinde hissedildiğini anladım sonra. Sofraya koyduğum kaşık fazla geldiğinde, odanın kapısının ardı boş olduğunda, çay bardağı çekmecenin aynı yerinde kalakaldığında, akşam sohbetlerinde gözüm koltuğun o köşesinde takıldığında...
Sevdiğim insanın yokluğunu yaşadığımda insanın içini sızlatan o şeyin acı olduğunu öğrendim. Herkesin dilinde dolanan alışmak denen şeyin saçmalığını o zaman anladım. İnsan kendini sevdiği birisinin yokluğuna nasıl alıştırırdı, bir daha hiç görmemeye nasıl alışılırdı? Bu ağustosta üzerinden 10 yıl geçmiş olacak, ben kendimi hâlâ alışmış hissetmiyorum, ben hâlâ alışılabileceğime inanmıyorum.
Her acı insanın yaşaması içindir, insan her acıyı sonuna kadar yaşayıp atlatabilmeli derim her zaman. Çocukken yanından korkarak geçtiğimiz mezarlığa uzun uzun bakınca acıyla büyüdüğünü anlıyor insan. Sevdiklerini toprağa verdiğinde o topraktan korkmayı değil o toprağa hasretle bakmayı öğreniyor. Ölümün gerçeğini öğrendiğinde, acısını atlatmış oluyor.
Kaybettiğiniz insanları düşünün eğer birisine tek bir cümle söyleme şansınız olsaydı, bu ne olurdu?
Bugün bu soru bana sorulduğunda uzun uzun tüm bunları düşünüp en sonunda çocuklarına hasret giden 2 ablamı hatırladım, eğer şansım olsaydı onlara çocuklarından haber gönderirdim sanırım. Daha hayattayken 2 gün görmemeye kıyamaz anneler çocuklarını, benim en hassas noktam bu. Ben hâlâ atlatamıyorum onların yarım kalışlarının acısını.
Bu haftayı biraz daha hüzünle geçip veda ediyorum, diğer salı gününe kadar kedinize iyi bakmanız dileğiyle bir yazarca geçti buradan…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.