Sima Güleser Polat

Sima Güleser Polat

Çocukluk ettim...

Çocukluk ettim...

Gözlerimi kapadım... Kaparken düşüneceğimi de bilmiyordum, hava mı tetikledi bilmem, ama ben gittim çocukluğumun bahçesindeki zerdali ağacına... Kulağımda çalan türkü "Haydar Haydar"... Çocuk aklımla nereden bileceğim bu türküyü desem; çalınmış belli ki kulaklarıma bir anıdan ve  o zamandan bu zamana anlatmış bir şeyler işte...

Biraz gurbet oldum, çocukluğuma sıla oldum... İçim sızladı, kırmızı kirazlı ve kuşaklı mavi elbisemi düşününce... İçimde bir gamze, derin derin kaldım işte...  Bir ağaç düşündüm, bin ağaç geldi aklıma... Bahçe oldum, orman oldum, üzerini yuva yaptığım tek bir dal oldum...

Elma ağacının, mayhoş meyvelerini karnım ağrıyana kadar yiyorum ve annemin azarından başka bir yan etkisi olmuyor... Karın ağrısı mı?.. Çocuksun...

Koşuyorum yol boyu, en fazla uzaklaşabileceğim kadarım, ama özgürüm... Yüzümde rüzgarın izlerinden kalma kırmızı yanaklarımla, nefes nefese iki büklümüm; ne biliyorsam, dalağımın şiştiğini düşünüyorum, kaldırımın kenarında iki taş toplayıp dinleniyorum ve bir sonraki oyunumun hayalini kuruyorum... Çok geride kaldı...

Saçlarımın önü kesik, üzerimde püsküllü yeşil tişört, koştukça bir sığırcık gibi salınıyorum, gökyüzünden nadiren geçen uçaklara nazire yaparak... Uçaklar bize bir kahraman gibi göz kırpardı, şarkılar yazardık biz de uğruna... Uçak uçaktı o zamanlar...

Burnumda yemeğin henüz kavrulan soğanlı salçasıyla, pilavın tereyağlı şehriyesinin kokusu var... Ama ben en çok bahar akşamlarımın çocukluğunda renkli kağıt mendillerden yaptığım güllerin yapay ama içe sinen kokusunu sevdim... Bir de annemin vitrinin altına sakladığı ananaslı meyve suyunun kokusunu... Şimdilerde ise ananasa alerjim var... Çok şey değişti.

O zamanın bayram tadı geliyor damağıma, çığlık çığlığa gazoz almak için mahallenin bakkalına koşuyoruz, leblebi tozu ağzımızdan burnumuzdan geliyor ve  püskürtmeye devam ediyoruz o tozları birbirimizin suratlarına. Hepimiz birbirimize kahkaha kuşları gibi ziyadesiyle gülüşüp, hallerimize bakıp eğleniyoruz. Dikkat ediyorum da  kimse başka hiç kimse için zaaf biriktirmezdi o zamanlar... Şimdi gülemeyecek kadar eskidi bu espri... Hayat ağzımızdan burnumuzdan geliyor , gülemez olduk... Gülsek de bir bedeli var, "Ne demek istediysek artık."

Kolonya kokulu bayramları düşününce, midemde aşka benzeyen bir kıpırtı, yerimde duramıyorum... Şimdiye vuruyorum bu heyecanı, üzerimde bayramlıklarımla içimde kelebekler, gidesim, koşasım var bir yerlere... Beyaz çoraplarım kirlenmeden bir yerlerde olmam gerek... Gidesim var çocukluğumun deniz kıyısına... Burnumun direğinde sallanan yosun kokusu içimi açıyor... Oh, mavi ve yeşil... Gelesim gelmiyor...

Neyse ben zerdali diyordum... Kayısı ağacı bizim için zerdali demek zira... Altında bez bebeklerimizi uyutuyoruz. Onlar uyurken, nezaketimiz, aynı gölgede annelerimizin ördüğü danteller kadar  örnekli ve özverili... O zerdali ağacının en güzel yanı dalına yaslanıp" çok sarıl" dercesine kendimizi güvende hissetmekti. Şimdi o zaman üzerinde yağmur damlaları olan kayısılardan yok.. Zerdalisi ondan sebep belki, zerdalisi yağmurdan niyet...

Çok yağmur yağınca yokuş aşağı hızlı hızlı su akardı da sel oldu sanırdım... Çok sular aktı o masumiyetin üzerinden... En yükseğe kim atlarsa en başarılı o olur bunun ödülü olarak da ip atlarken "1" olur, oyunun kurallarını o koyardı... Kurallar değişti, oyun bozuldu, "1"sen eğer yandın... Yetişkinlik zor...

Yerden yüksekti hayallerimiz... "An'ı yaşamak" üzerine konuşulacak bir mevzu değildi. Ya da kuramlarımız gelişmiyordu bak-gör üzerine... İliklerimize kadardık, bunu kimsenin hatırlatmasına gerek yoktu... Hayal kurmak için yapılması gerekenler diye bir başlık da yoktu. Hem itfaiyeci hem de astronot olabiliyor, en sevdiğimiz dostlarımız olmadan da gitmiyorduk hiç bir ütopyanın şuradan şurasına...

Şimdi kulağımda bir türkü, sayfalar arasında yapmam ve yazmam gerekenler arasında bir yerlerde kendimi iyi hissediyorum. Çocuk değilim sahi, kendimi mutlu etmek için arayışlarımın olması gerektiğini hatırlıyorum.  Hayat değil miydi her yaşın yeni gününden sonra, elimize verdiği hediyeleri bir bir alan... Olanla yetinmek diye bir şey var şimdilerde... Yetinmek zorundayız. Hayatın rengi gökkuşağından tek bir renge düştü. "Umut."

Eriği, ağacından sınırsız yemenin boyutsuz çocuklarıyız biz...

Parmaklarımın ucunda bir rakamdan bir rakama zıplıyorum, bir sınırım var o da sekize kadar ama taşımı attığım rakama kadar sınırlıyorum kendimi... İstesem yüz olmaz mıydı?.. Olurdu... Şimdinin sınırları içinde boğulurken aklıma aynı zamanda bir de tekerleme geliyor... Çatlak patlak üstü yusyuvarlak, kremalı börek sütlü çörek... Peki öyle mi, çatladı patladı dünya, sızıntı büyük....

Şimdi o  kara kıza bakıyorum uzaktan, kırmızı beyaz fırfırlı eteğiyle şu anda antika olmuş annesinin varaklı aynasının önünde " ispanyola" oynuyor... Saçlarının uzamasını iple çeker gibi çekiyor eteklerini bir o yana bir bu yana... Sonra gün oluyor hayat çekiyor onu, bir o yana bir bu yana...

Dön bak kendi çocukluğuna, anlattıklarını bugüne ayna...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Sima Güleser Polat Arşivi